|
[İlk defa geçen sene başlattığımız İstanbul gezilerinin bu yıl birincisini gerçekleştirdik. Hayretle gördük ki, geçen sene Zeyrek'te olan o güzelim ahşap evlerden birçoğunun yerini çirkinlik numunesi beton yapılar almış. Hem üzüldük, hem de çaresizlikten, yangından mal kaçırır gibi gördüğümüz tarihi yerlerin resimlerini çekmeye çalıştık. Zira biliyoruz ki, çok yakın bir gelecekte bunlar da gidecek. Hatta, bu konuda o kadar paranoyakça davrandık ki, asıl büyük tarihi binaları -en azından şimdilik onlara dokunamazlar düşüncesiyle- bırakıp kıyıda köşede kalmış ve yok olma tehlikesi içinde bulunan eserleri tespit etmeye, resimlerini çekmeye çalıştık. En azından resimleri elimizde kalsın dedik. Bu tahribat karşisında eli kolu bağlı olmak, eserlerimizin gün geçtikçe hızla birer birer gözümüzün önünden kaybolduğunu görmek ne hazin, değil mi? Kürşad beyin şu sözü kulağımızdan gitmiyor: "İki ya da üç sene sonra bir şey kalmayacaktır. Dolayısıyla iyice bakın." (A. Kanlıdere)]
Kadıköy'den çıkıp yola revân oluyoruz 6 Mart 1999, Cumartesi. Güzel mi güzel, pırıl pırıl bir İstanbul baharında Haldun Taner Sahnesi'nin önünde bekliyoruz. Saat tam 8'de bir sayım yaptıktan sonra görüyoruz ki geziye katılacak kişi sayısından bir 11 kadar fire vermişiz. Daha sonra gezide bize eşlik edecek olan diğer iki kişiyle tanışıyoruz. Bunlardan ilki, hocamız Ahmet (Kanlıdere) Bey'in "21 yıllık arkadaşim" diyerek her fırsatta övgüler yağdırdığı arkeolog-teolog Kürşad Demirci, diğeri ise Michael Reynolds isimli İrlanda asıllı olan ve Kafkasya tarihi üzerine çalışmalarını yürüten Amerikalı bir araştırmacı. Geziye katılanların hepsi tarih I. sınıf öğrencileri: Yusuf Soylu, Meral Külte, Gülsemin Demircioğlu, Dilek Güneş, Pınar Akbıyık, Süleyman Boz, Hatice Bayık, Aslı Zengin, Selma Güler ve Şerife Özkan. İlk içtimamızı vapurda yaptık. Ahmet Bey bizleri fazla merakta bırakmadı ve gezimizin içeriğini anlattı. (O ana kadar birşey bilmiyorduk). Murat Belge'nin İstanbul Gezi Rehberi'ni, Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'nden ilgili yerlerin fotokopisini ve Dimitri Kantemir'in tarihini de bu arada inceliyoruz. Tabii ki, vapurdaki insanlar da bizi... Eminönü'ndeki hanlar ve Rüstem Paşa Camii Eminönü'nde Mısır Çarşisı'nı geçtikten sonra büyükçe bir binanın önünde durduk. Tuğlalarının rengi sebebiyle pembeli beyazlı bir renge bürünmüş binanın adının Kiraz Han olduğunu öğrendik. Aslen Bizans yapımı olan binaya Osmanlı Devleti zamanında ilaveler yapılmış. Bina geçen yıl Mimar Sinan Üniversitesi tarafından restore edilmiş. Kiraz Han'ın karşisındaki Büyük Çukur Han'a girdik. Handaki dükkan sahiplerinden birinin verdiği bilgiye göre, bina Mimar Sinan tarafından Rüstem Paşa Camii ile birlikte yapılmış. Zamanında gümüş ticaretinin yapıldığı beli başlı yerlerdenmiş. Büyük Çukur Han'dan çıkıp birkaç yer geçtikten sonra baharat kokusunun geniz yaktığı ve baharat değirmenlerinin seslerinin büyük bir homurtuya dönüştüğü Rüstem Paşa Camiine ulaştık. Rüstem Paşa Camii, Mimar Sinan'ın eserlerinden birisi olup, paha biçilemeyen çinileriyle ünlüdür. Ondan fazla dükkan üzerine inşa edilen yapı, Tahtakale Çarşisı'nın merkezindedir. Bize camiin kapılarını açan şu anki bekçisi olan eski imamından öğrendiğim kadarıyla, caminin çalınan hiç çinisi yokmuş. Cami içerisindeki iki büyük saat ise İngiltere'den gelmiş. Çok hos bir yer, zaten bütün pis yerler hostur!" İstanbul Ticaret Odasının karşi tarafındaki yokuşa tırmanıp 200 metre kadar yukarı çıkınca Kepenekçi Sokak'ta karşimıza harap bir medrese çıkıyor. Bizi "dikkat köpek var" yazısı ile tavuklar, horozlar ve ördekler sürüsü karşilıyor. Ahmet Bey köpeği sakinleştirmek için önden bizi yollamaya kalksa da biz kesinlikle kanmıyoruz. Burasının artık çöplük ve kümese daha çok benzemesi bizi oldukça düşündürüyor. Medresenin hâlen oldukça sağlam olan hücrelerinde insanların bulunduğunu, kapılara gerilmiş çuvallara yansıyan gölgelerden anlıyoruz. Medrese mescidinin yanmış olmasına rağmen eskiden ne kadar güzel olduğunu haykıran duvarları hepimizi etkiliyor. Kürşad Bey'in şu cümlesi ise tüm gördüklerimizin özeti: Kayıp tarih! Ve burada girmediğimiz bir delik kalmayınca çıkıyoruz. Bu arada Kürşad Bey'i de yavaş yavaş tanıyoruz. Şu sözler ona ait: "Çok hos bir yer, zaten bütün pis yerler hostur!", "hayat kolay degil tabii. Sürüneceksiniz, sürünmeyi ögreneceksiniz" Fil hikayesini nasıl yuttuk Zeyrek'e doğru ilerlerken, Kürşad Bey eliyle bir yeri işaret ediyor: "İşte çocuklar bunlar fil ahırlarıdır." Ahmet Bey soruyor, o anlatıyor: -Filler buraya nereden gelmiş? -Asya'dan Avrupa'dan bir yerlerden gelmiş. -Ne zaman gelmiş? -1600 yıllarında gelmiş. -Nasıl gelmiş? Hediye filan mı? -Hediye, çoğu hediye. (kahkahalar) O anlatıyor, biz de saf saf ve büyük bir ciddiyetle not alıyoruz. Sözünü bitirince yanıma yaklaşiyor, muzipçe bir tebessümle: "fil ahırları hikayesini ciddiye almadın umarım, ben bunları her sene espri mahiyetinde anlatırım" diyor. O an bütün ahırların üzerime yıkıldığını hissediyorum. Zeyrek Bu şekilde güle konuşa Zeyrek'e ulaşiyoruz. 1453 yılında camiye çevrilerek Molla Zeyrek Camii adını alan eski Pantokrator Kilisesi önünde oturarak rehberimizin açıklamalarını dinliyoruz: "Zeyrek'te Bizans yerleşmeleri 500'lerde başlar. Kilise XII. yüzyılın ilk çeyreğinde II. Komnenos'un karısı İmparatoriçe Irene tarafından yaptırılmıştır. İmparatoriçenin ölümünden sonra, II. Komnenos, Pantokrator'un birkaç adım kuzeyinde Meryem'e adadığı bir kilise inşa ettirdi. Daha sonra da bu iki yakın kiliseyi birleştirmeye karar vererek üçlü yapıların en küçüğü olan üçüncü şapeli yaptırdı. Üç kilise bir arada Ayasofya'dan sonra ayakta kalan en büyük kiliseyi oluşturuyor. 1220'lerde Latinler İstanbul'u işgal ettiğinde, bölge Venedikli katolik rahiplere veriliyor ve ortodoks rahipler sürülüyor. Latinlerin İstanbul'dan çıkarılması ve son Latin imparatoru II. Baldwin'in kaçmasına rağmen buradaki katolik rahipler direndi. Bu yüzden yapılan savaşta kompleksin birçok binası yandıysa da, kilise fazla zarar görmedi. Ortodoks patriği Gennadios ile Fatih Sultan Meh
|
|