....
Örnekse, işte şu minicik tatlı patikler. Benim için dünya tatlısı şeyler, ama ya senin için? İlk giydirdiğimde bar bar bağıracak, tekmeler atacaksın. Sıkılacaksın ayakkabı giymekten hiç kuşkum yok. Ama ben hiç aldırmadan gene de giydireceğim, hatta yoksa üşütürsün diyeceğim ve zamanla alışacaksın. Boyun eğecek, evcilleşeceksin, öyle ki gün gelecek ayağın çıplak olduğundan canın acıyacak. Ve bu upuzun bir kölelik zincirinin başlangıcı olacak. İlk halka herzaman için ben olacağım, çünkü bensiz yapamayacaksın.Seni doyuran, örten, koruyan, yıkayan, kollarında taşıyan ben. Derken, daha sonra kendi kendine yürümeye, kendi kendine yemek yemeye, nereye gideceğine, ne zaman yıkanacağına kendi kendine karar vermeye başlayacaksın. Ama bu kez de başka başka başka biçimlerde çıkacak karşına kölelik. Benim yönergelerim. Benim doğru bulduklarım. Ve senin, dediklerimin karşıtını yaparsan beni inciteceğin konusundaki korkun. Seni bir kuş misali kendi başına uçmaya bırakıncaya değin çok zaman geçecek sence elbet. Oysa kuşlar uçmayı öğrenen yavrularını hemen salıverirler yuvadan. Neyse, günün birinde o gün gelecek ve ben seni salıvereceğim, yeşil ve kırmızı ışıklara bakarak caddeyi kendi kendine geçmene izin vereceğim. İteleyeceğim seni. Ama bu senin özgürlüğünü arttırmaya yaramayacak çünkü duygusal kölelikle, pişmanlık köleliğiyle bağlı kalacaksın bana. Kimileri buna aile köleliği diyorlar.
Aile kavramına inanmıyorum ben. Aile, kişileri daha iyi denetlemek, onların kurallara, efsanelere bağlılıklarını daha iyi sömürmek için, bu dünyayı kim örgütlemişse onun tarafından uydurulmuş bir yalan. Yalnız olduğumuzda daha kolay başkaldırırız, başkalarıyla birlikteysek daha kolay uzlaşırız düzenle. Başkaldırıyı göze alamayan bir dizgenin borazanından başka bir şey değil aile, ve kutsallığı palavranın büyüğü. Aynı adı taşımaya, aynı çatı altında yaşamaya zorunlu kılınmış, çoğu kez birbirlerinden nefret eden bir kadın, erkek ve çocuklar kümesi hepsi hepsi. Ama gene de pişmanlık var, ağlar var, en korkunç fırtına karşısında bile eğilmeyen ağaçlar gibi içimize kök salmış, açlık ve susuzluk kadar kaçınılmaz bir şeyler... Tüm iradenle, mantığınla ne denli svaşırsan savaş bunlardan kurtulamazsın. Onları unuttuğunu bile sanabilirsin, ne ki günün birinde yeniden çıkarlar karşına, acımasızca, karşı koyamayacağın biçimde, ve herhangi bir celladınkinden daha sıkı bir yağlı ip geçirirler boynuna. Ve seni boğarlar.
Bu köleliğin yanı sıra, başkalarınca, yani karınca yuvasında yaşayan binlerce ve binlerce kişi tarafından omuzlarına yüklenecek bir kölelik daha var. Onların yasaları, onların alışkanlıkları. Onların alışkanlıklarını incelemek, onların yasalarına saygı göstermek ne boğucu, ne bunaltıcıdır bilemezsin. Şunu yapma, bunu yapma, ille de şunu yap, bir de bunu yap... Ve bütün bunlara özgürlük konusunda az çok fikri olanlar arasındaysan gene de katlanılabilirse de, sana özgürlüğü düşleme lüksünü bile çok gören küstahlar arasına düştüğünde cehennem azabı çekersin. Küstahların yasalarının bir tek iyi yanı var: Savaşarak, ölerek karşı gelebilirsin onlara. İyi insanların yasalarından ise kurtulmanın yolu yok, çünkü onlarınkini benimsemenin soylu bir davranış olacağı öğretilecek sana. Hangi düzende hangi dizgede yaşarsan yaşa, hiçbir zaman kurtulamayacağın bir yasa var: Her zaman en güçlü olan, en kıyıcı olan, en az cömert kazanır! Kaçınamayacağın bir başka yasa da yemek için paraya, uyumak için paraya, bir çift ayakkabı giyebilmek için paraya, kışın ısınmak için paraya gereksinmen olacağı ve bu parayı kazanmak için çalışmak zorunda olduğun. Çalışmanın gerekliliğinden, çalışmanın yaşam sevinci verdiğinden, çalışmanın onurundan çok söz açacaklar sana. İnanma. O da yalan. Bu dünyayı kim düzenlemişse onun işlerini kolaylaştırmak için uydurulmuş bir yalan. Çalışma bir tür şantajdır; yaptığın işi sevsen bile. Her zaman başkaları için çalışırsın, hiçbir zaman kendin için değil. Her zaman çaba harcayarak çalışırsın, hiçbir zaman sevinçle değil. Ve hiçbir zaman istediğin zaman istediğin zaman değil. Hiç kimseye bağımlı değilsen bile, salt kendi bir karış toprağını işliyorsan bile, güneşin, yağmurun, mevsimlerin buyruğuna uyarak çapa sallamak zorundasın. Kimseye boyun eğmek durumunda olmayıp, kendi işini özgürce, kendi bildiğin gibi yürütebiliyor olsan bile, gene de başkalarının isteklerine uymak, boyunduruğa girmek zorundasın. Belki çok eski bir geçmişte, anısı bile kalmayacak kadar eski bir geçmişte, anısı bile kalmayacak kadar eski bir geçmişte dünya böyle değildi. Çalışmak bir şölen bir sevinçti belki. Ama o zamanlar dünyada çok az insan vardı ve kimse onlarla uğraşmıyordu. Sen, adına İsa dedikleri bir adamın doğuşundan tam bin dokuz yüz yetmiş altı yıl sonra geleceksin dünyaya. İsa ise ilk insandan (onun adı bile yok) yüzbinlerce yıl sonra doğmuş. Ve işte o gün bugündür işler kötülemiş, kötülemiş, demin sana anlattığım duruma gelmiş. Geçenlerde yapılan bir istatistiğe bakılırsa dünya yüzünde dört milyar kişi olmuşuz bile. Bu yığına katılacaksın. Sonra da eskiyi düşünüp, ılık suyun içinde yüzdüğün o yalnızlık günlerini özleyeceksin çocuk!
.........
DOĞMAMIŞ ÇOCUĞA MEKTUP...sayfa: 39 - 42
Oriana FALLACI