Tuhaf bir yaz gecesi dolaşıyor dışarda.
Gürüldeyen külrengi bulutlar, bulutların arasından kanlı bir orak gibi arada bir gözüken huzursuz bir hilal, geceye toz gibi dağılan sessiz bir yağmur.
Hiçbir şey yerli yerinde değil bu akşam.
Sanki Macbeth'in cadıları çıkacak bir yandan.
En neşelisinde bile kekremsi bir hüzün bulduğumuz eski şarkılar çalıyor.
Eğer hayatımız, üstünde damalar olan o kartondan oyunlardan biri olarak konsaydı önümüze, kaybetmeye pek de aldırmadığımız bir oyun olarak, bugüne dek yaptığımız hamleleri aynen yapar mıydık?
Yoksa değişik mi olurdu bütün o hamleler?
Hayatımız, kaybetmeye aldırmadan renkli kareler üstünde parmağımızın ucuyla ittiğimiz bir taş olsaydı eğer; zarlar atıldığında ve şu yana mı, yoksa öbür yana mı süreceğimizi düşündüğümüzde, en doğrusunu endişesizce seçeceğimiz bir oyun olsaydı, taşımızı mutluluğa doğru daha rahat mı sürerdik?
"Taşımı o yana doğru sürmeseydim keşke" dediğimiz kareler yok mu hayatımızda?
"Bana uzanan o eli değil de öbürünü tutsaydım" dediğimiz ya da "arkasından seslenseydim, gitme deseydim" dediğimiz kareler.
Mutluluğa çok yaklaştığımızı bildiğimiz halde mutluluğa arkamızı döndüğümüz ve yıllarca hep hatırlayıp tuhaf yaz gecelerinde kendimizle hesaplaşmak için, hatıraların arasından çekip çıkardığımız anlar.
Bir başkasının hayatı gibi yaşasaydık kendi hayatımızı, "istiyorsan yap" diye rahatça öğütler verip yapılacak olanı hiç tereddütsüz söyleyebileceğimiz yabancı bir hayat gibi yaşasaydık eğer, acaba daha doğru ve daha mutlu bir hayat mı yaşardık?
Taşlarımızı oynanması gerektiği gibi mi oynardık acaba?
Bir başkasının hayatında mutluluğa giden yolu bu kadar açık ve aydınlık görürken, kendi hayatımızda neden yolumuzu kaybediyor, neden mutluluğa ulaşmakta bu kadar zorlanıyoruz?
Mutlulukla aramızda duran en büyük engel kendimiz miyiz yoksa?
Öyleyse eğer, mutluluğa ulaşmayı kendimiz imkansız kılmış olmuyor muyuz?
Hava serin ve ürperiyorum.
Dantel gömlekli soylu arkadaşlarıyla bindiği tahta tekerlekli ağır bir kağnıyla idam meydanına, başını giyotine teslim etmeye giderken, o en zor anda şakacı bir gülümsemeyle kendisine takılarak "titriyorsun" diyen dostuna, "korkudan değil, soğuktan" diyen, çocukluğunu İstanbul'da geçirmiş o genç şair gibi "ürperiyorsam, soğuktan" mı demeliyim, "ürpermem kendime sorduğum sorulardan değil, bu huzursuz yaz gecesinde sertleşen rüzgardan".
Bol bir gömlek var üstümde, ipekten değil ve kırmaları yok göğsünde, balkondan esen rüzgarla sırtı bir yelken gibi kabarıyor ve ürperiyorum.
Bir şiir okuyabilir ya da bir masal anlatabilirim.
Ama kime?
Gecenin cini, bana dileğimi sorsaydı eğer, kimi çağıracaktım söyleyeceğim şiiri dinlemesi için?
Bana hayatınızı anlatsaydınız, size kimi çağıracağınızı söyleyebilirdim belki.
Size hayatımı anlatsam, siz bana kimi çağıracağımı söyleyebilirdiniz belki.
Mutlulukla aramızda kendimiz mi duruyoruz?
Garip bir soru bu.
Ama ya doğruysa?
Kim bu soruya "evet" diyecek, kim bu gerçeği kabul edecek, kim kabul ettiği bu gerçeği, kendi haçını taşır gibi sırtında taşıyabilecek?
Hepimiz gizli gizli, hayatımız boyunca çeşitli mutluluk kavşaklarından geçtiğimizi biliyoruz, genellikle o kavşaklarda ters yana döndüğümüzü de.
Niye sapamadık aslında sapmak istediğimiz yola?
Eğer hayatımız kaybetmeye pek de aldırmadığımız bir oyun olsaydı, zarımızı attıktan sonra, istediğimiz yöne sapar mıydık?
Niye yapmadık peki?
Hayatımız bir oyun olmadığı için mi?
Mutluluk yalnızca oyunlarda mı var?
Gerçek hayatta mutluluğa doğru yürünmez mi?
O mutluluk kavşaklarında ne engelledi bizi? Niye bir mutluluğu kendi ellerimizle öldürdük?
O yaşanmış mutlulukların hayaletleri arada sırada rüyalarınızda çıkmıyor mu ortaya ya da huzursuz yaz gecelerinde dağınık saçlarıyla gelmiyorlar mı?
Yaşanabilecekken yaşanmamış kaç mutluluk var hayatınızda?
Yaşanmışlardan fazla mı?
Yaşanmamış olanlar yaşanmışlardan fazla değil mi?
Bir başkasının hayatı olsaydı kendi hayatımız, neyin yaşanması gerektiğini nasıl da tereddütsüz söylerdik, "bunu yaşamalısın" derdik.
Ama bir başkasının hayatı değil hayatımız ve biz kendimize "bunu yapmalısın" diyemiyoruz.
Tam tersini yapıyoruz.
Korkuyor muyuz mutluluktan?
Yoksa yaşanmamış olanları yaşanmış olanlardan daha mı fazla seviyoruz?
"Ona sevdiğimi söylemeliydim" ya da "onunla gitmeliydim" dediğiniz anlar yok mu hayatınızda?
Niye demediniz, niye gitmediniz?
Korktuk değil mi?
İstediğimiz kadar mutlu olamayacağımızdan, terk edileceğimizden, sıkılacağımızdan, başkalarını üzeceğimizden, yaşadığımızın bir gün sona ereceğinden, dostlarımızın ya da ailemizin karşı çıkacağından, yalnız kalabileceğimizden korktuk.
Korktuk, çünkü bir oyun değil hayat.
Ya da onu bir oyun gibi yaşayacak gücümüz yok bizim.
Kundera'nın o çok ünlü romanındaki kahramanı gibi "hayatı o kadar hafif yaşamaya yetmiyor bizim gücümüz".
Ağır bir şekilde yaşıyoruz biz hayatımızı. Mutluluk kavşaklarında hafif manevralar yapamıyor, ağır hamlelerle mutsuzluğa ve pişmanlığa doğru yürüyoruz.
Taşımızı yanlış yana sürüyoruz.
Tuhaf bir yaz gecesi bu.
Bulut kalabalıkları gürüldüyor, rüzgar setleşiyor, o kanlı hilal bulutların arkasında kayboldu bile, bulutlar kentin ışıklarını boğuyor, karanlık her yan. Bir yarayı kanatır gibi eski şarkıları çalıyorum, canımı acıtıyorlar ve canım acısın istiyorum, yaptığım her yanlış hamle için bir şarkı çakılsın içime, beni kendi yanlış anılarıma günahkar bir İsa gibi ellerimden çivilesinler.
Ben, Fransız edebiyatının eli kanlı katilinin, "asılmışlar ormanı" baladını yazan, ıssız yolların haydudu Villon'un bir mısraını söyliyeyim kendime ve size söyliyeyim o mısrayı:
"Çeşmenin yanında susuzluktan ölüyorum."
Ve siz de söyleyin çeşmenin yanında susuzluktan öldüğünüzü.
Şöyle bir sayın içinizden, kaç çeşmenin yanında susuzluktan öldünüz, o çok içmek istediğiniz serin sular yanı başınızdan akarken.
Kaç çeşmenin yanında öldünüz siz?
Biz kaç çeşmenin yanında öldük?
Neydi o sulardan içmemize engel olan?
Bir başkasının hayatını yaşar gibi yaşasaydık hayatımızı içer miydik o sulardan, bir oyun gibi oynasaydık hayatımızı içer miydik?
Ama bir oyun gibi yaşamadık.
Başkasının hayatını yaşar gibi de yaşamadık. Kendi hayatımızı yaşadık ve mutlulukla aramıza kendimiz girdik. Hayatı hafifçe yaşamak ağır geldi bize.
Hayatı ağır yaşadık.
Taşları yanlış sürdük mutluluk kavşaklarında, doğru sürsek belki de bu başkalarına ağır gelecekti.
Hepimizin hayatından bazı hayaller yürüyüp geçti, hayatımızda kalabilirlerdi, onlara izin vermedik, söylenmesi gerekenleri söylemedik onlara, "kal" demedik, "gel" demedik, "geliyorum" demedik.
Konuşmamız gereken yerde sustuk.
Tuhaf bir yaz gecesi bu.
Bulutlar kaynaşıyor ve hava serin.
Ürperiyorum.
"Ürperiyorsun" dese benimle mutsuzluğa yürüyen bir dostum, "rüzgardan" derim ona.
"Hayatımızı bir oyun gibi yaşasaydık eğer böyle mi yaşardık, mutluluğa doğru sürmez miydik taşlarımızı" dese biri bana, susarım.
Biri size böyle söylese...
Bilmem siz ne dersiniz.
BİR OYUN GİBİ YAŞASAYDIK...
Ahmet ALTAN---Karanlıkta Sabah Kuşları