|
İZLENİM
Recai Şeyhoğlu
SUÇLUYU BİLELİM
Sanırım, 1928'in 27 Ağustos'u.
İnebolu'da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ocağı'nda çarşaflı kadınlara,
mantolulara, başörtülü kızlara, sırım gibi delikanlılara, güzel takım
elbisesi ve elinde şapkasıyla, "Hanım ve bey arkadaşlarım" diye başlayarak
şöyle sesleniyor:
Sevgili kardeşlerim, bilinçli olduğunu kanıtlamış olan bu millet Allah'ın
gölgesi, Peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife
denen gafillere, cahillere, sahtekarlara vatanında yer verebilir miydi,
bunu size soruyorum.
Okul-medrese çelişkisine son vermek, eğitimi lâikleştirmek, boş inançlara
ve hurafelere dayalı bir sistemi yok ederek ulusal kültür birliğini
sağlamak için 3 Mart 1924'te Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin
birleştirilmesi) kabul ediliyor.
Bütün okullar ve öğretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanıyor.
Din işleri ve Vakıflar Bakanlığı'nın eğitimdeki yetkileri kaldırılıyor.
Tutucular umutsuzluk içinde çırpınıyor.
O sıralar Rize'den iki müftü, medreselerin yeniden açılması için Gazi
Mustafa Kemal'e başvuruyor. Gazi'nin yanıtı ne mi?
Şimdiye kadar ilerlemede geç kalmamızın en büyük nedenlerinden biri
medreselerdi. Hayır, medreseler yeniden açılmayacaktır.
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra Tevfik Rüştü Aras Dışişleri Bakanı
olur. Tevfik Rüştü Bey nasıl bir insandı diye merak ediyorsanız, ona ait
sözlerle yanıt verelim.
Bence silah gücüyle devrime, ancak tüm yasal yollar denendikten ve başka
çare kalmadığı zaman başvurulmalıdır. Biz, Türk Devrimi'ni böyle yaptık.
Eğer bir ülkede bir avuç insan sırf zenginleşmek amacıyla tüm ülke
çıkarlarını ve ahlak kurallarını hiçe sayıyor, halkın sefaleti karşısında
ilgisiz kalıyor ve yönetimde kalmakta ısrar ediyorsa, silahlı devrim söz
konusu olur.
1923 Şubat'ında İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'yle ilgili olarak, şu
sözler de o devrin İktisat Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un:
Biz o kongrede şu kararları aldık. Kapitülasyonlar kaldırılmalıdır.
Kapitülasyonlar oldukça ekonomik bağımsızlığımıza kavuşamayacağımızı
biliyorduk. Bunu başardık. Sömürge olmaktan kurtulduk. Yabancıların
ellerindeki işletmelerin devletleştirileceğini açıkladık. Bizim ekonomi
politikamız ne liberal, ne komünist, ne sosyalist, ne de devletçi
olacaktır. Biz karma ekonomi sistemi kurmaya yöneldik.
İzlediğimiz program ekonomik açıdan devletçidir. Çünkü halkımız doğal
bakımdan devletçiliğe inanır. Bizim uyguladığımız devletçilik düzeni,
sosyalizmden alınmış sıradan bir aktarma değil, bize özgüdür.
O zamana kadar amele diye adlandırılan kadın ve erkek bütün emekçilere
bundan böyle işçi denilmesine karar verildi. Artık işçiler için
bilinçlenme dönemi başlıyordu. Günlük çalışma süresi de 8 saatle
sınırlandırıldı. 12 yaşından küçüklerin çalıştırılmasının yasak edilmesi
istendi. İşçilere sendika hakkının tanınması önerildi. 1 Mayıs İşçi
Bayramı olarak kabul edildi.
Cumhuriyetin önder kadroları üç aşağı beş yukarı hep böyle kişilerden
oluşuyordu. Kararlı, inançlı yurtseverlerdi bunlar. Atatürk'e ve
arkadaşlarına dil uzatan şeriatçı takımının öfkesini anlamak mümkün.
Düzenleri bozuldu, bunun için sevmezler Ata'yı. Ya sol görüntülü, radikal
gibi görünüp de başörtüsü eylemlerine demokratik talep gözüyle bakan sözde
solcu takımına ne demeli? Beni kahreden de bu!
Bu vatanın çocukları kanları pahasına emperyalizmi ve işbirlikçilerini
sürüp çıkarmışlar. Cumhuriyeti kurmuşlar.
Aradan yıllar geçmiş. Devrimler bir bir yok edilmiş. Gericilik iktidar
olmuş. Kendisine devrimciyim diyenler direneceklerine seyirci olmuşlar,
ondan sonra da vur abalıya misali Atatürk karşıtlığı! Ata'ya dil uzatan
bundan utanç duymalıdır. O, düşmanla işbirliği yapan bir Vahdettin değildi
ki... Devrimci güçler, kime sahip çıkmasını bilmelidir her şeyden önce.
Sahip çıkılacak olanlar Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Mustafa Suphi ve
arkadaşlarıdır. Sabahattin Ali'dir, Hasan Ali Yücel'dir, İsmail Hakkı
Tonguç'tur, Sabahattin Eyuboğlu'dur, Nurullah Ataç'tır, Muhsin
Ertuğrul'dur, Nazım Hikmet'tir, Fakir Baykut'tur, Uğur Mumcu'dur Aziz
Nesin'dir.
Ülkesini ve insanı seven yurtseverlerdir bunlar.
Menderes'i, Demirel'i, Kenan Evren'i, Özal'ı ve Süleyman Efendi'nin
yetiştirmesi olan siyasetçileri geride bıraktıkları enkaz ve moloz
yığınıyla tanıyor Türkiye.
Erbakan'ı, Türkeş'i, Baykal'ı, Ecevit'i ona keza..
Her biri mutlak surette Avrupa görmüştür bunların.
Sultan Abdülaziz gibi...
Abdülaziz, Batı'da gördüğü saraylara özenerek saraylar, köşkler yaptırmış
ama Avrupa'nın endüstri devriminden ve sosyal düzeninden hiç
etkilenmemişti.
Tarihçiler onun döneminde saraylarda 1200 kadın, 350 aşçı ve yamağı, 400
seyis ve ahır bakıcısı, 400 kürekçi ve kayıkçı, 400 mızıka eri ve subay,
200 kuşbaz ve canbaz, 2000 hademe, 300'ün üstünde katip, teşrifatçı ve
mabeyincinin bulunduğunu anlatırlar.
Dışarıdan alınan borçların tutarı 3.300.000, iç borçların tutarı da
2.000.000 kese altına yükselmişti. Bu borçlar için yılda 544.000 kese
altın faiz ödeniyordu.
Kısaca, imparatorluk tam bir çöküntü içinde.
Sultan Abdülaziz'in ölümünde 19 doktor, cesedinin başındadır. Dr. Marko,
Dr. Sotto, Dr. Espanyol, Dr. Mark Markel, Dr. Petropulo, Dr. Dekastro, Dr.
Karatodori, Dr. Gül Milincen, Dr. Espadoro, Dr. Miliyan, Dr. Vitalis, Drd.
Dikson, 5 de Türk doktor.
Türkçülük, İslâmcılık yapan Osmanlı kafalı siyasetçilere 96 mebustan
oluşan ve Meclis-i Mebusan denen Meclis'in 56 üyesinin Müslüman ve 40'ının
da Hıristiyan olduğunu anımsatalım.
Herkes bilsin ki çok dinli, çok uluslu bir sosyal yapıdan geliyor Türkiye
Cumhuriyeti.
Türkçülük, Kürtçülük, İslâmcılık bu toprakların dokusuyla uzlaşmaz. Sultan
Anamız diye bağrımıza bastığımız padişah anaları ya da padişah karılarının
her biri Türk ya da Osmanlı sanıyorsanız aldanırsınız. Ne Hürrem Sultan,
ne Nakşidil Sultan ne de diğerleri müslümandı. Haremde çok konuşulan
dillerden biri de Fransızcaydı.
Bilerek konuşalım. Ağzımızdan çıkan sözleri tartıp biçip öyle konuşalım.
Türkiye'yi borç batağına sokanlar Mustafa Kemal Atatürk sonrasında iktidar
olanlardır. Bu biline!
Dikkat edin, en büyük yalanı da onlar söylüyor.
|
ismetbaytak@hotmail.com
ismetbaytak@kuzeyege.net
bergamaturkey@yahoo.com
kuzeyege@yaoo.com
|