|
Yusuf Küpeli,
Nedenleri ve sonuçlarıyla Peygamber Muhammed
karikatürleri, provokasyonlar ve İslam toplumlarının gereksinimleri
üzerine
- Hedefte olan ve savunulan
- Tepkinin bu ölçüde yığınsal olarak patlamasının nedenleri
- Değişen dünya da ABD emperyalizminin yeni politkaları ve Müslüman
halklar üzerine hesaplar
- Sovyetler Birliği çökerken sahneye sürülen Salman Rushdie ve hemen
ardından Samuel Huntington
- Samuel Huntington "teorisi"nin pratiğini üstlenen Usame bin Laden ve El
Kaide
- Hıristiyan ve İslam inançlarının ortak kökleri ve İslam'ın İsa'ya
saygısı üzerine
- Biz sizin zenginliklerinize, petrolünüze ve gazınıza elkoyacağız
diyemezlerdi ve saldırı için korkuyu büyütmek gerekiyordu
- Korku büyütülürken birtürlü yakalanmayan Laden
- Yeni yalanlarla Irak'a saldırı ve radyasyonlu mermiler
- Irak'ın yıkılmasının diğer nedeni
- Direnen Irak'ın ve ABD ve İsrail saldırganlığının Müslüman toplumlar ve
Batı üzerindeki etkileri
- Küçülen dünya, postmoder faşizm ve gelişen muhalefet üzerine
- Eskiyen yalanlar ve korku kaynaklarının yerine yenileri ve Londra
bombaları
- Müslüman halkların ve liderlerinin görmeleri gereken farklılıklar,
Avrasya'nın önemi ve ABD yönetiminin kabusu üzerine
- Yaşam tarzını koruyarak varlığını garanti almaya çalışan ABD'nin Batı'ya
yönelik entrikaları ve psikoljik savaşın yeni malzemesi İslam
- Batı toplumlarının bilinçlerine yönelik konspirasyonun bir parçası
olarak yanan Paris ve Peygamber Muhammed karikatürleri
- Nedenleri ve sonuçlarıyla ısmarlanan Peygamber Muhammed karikatürleri
Pek basın organlarına yansımamış olan, ikili sohbetlerde sözü edilen ve
kaynağı da tam bilinemeyen habere göre, birileri önce, çocuk kitapları
basan bir yayınevinden Peygamber Muhammed'i "terörist" olarak gösteren
resimlerle dolu kitaplar yayınlamasını istemişler. Şüphesiz dolgun bir
karşılığı olan iş, yayınevi tarafından reddedilmiş. Bunun üzerine
sözkonusu karikatüristler bulunmuşlar ve onlara bilinen bu çizimler
yaptırılmış... Karikatürleri ısmarlayan kişilerin kimliği açıkça belli
olmasa da, bu işin gerisinde bizzat Danimarka'nın sağcı ve Amerikancı
başbakanı Rasmussen olduğu söylenmektedir. Rasmussen, ABD'nin peşinde
Irak'a asker yollamış olan tek kuzey ülkesi başbakanıdır... Ve şüphesiz
sözkonusu karükatür provokasyonunda Rasmussen'in gerisinde duran güçte
ABD'de egemen iktidar odağından başkası değildir. Kısacası, senaryonun
ortak yazılıp sahnelendiğini söylemek okadar yanlış olmayacaktır.
Söylendiğine göre, karikatür provakosyonunun sonuçları, Rasmussen'in
Danimarka'da erezyona uğramış olan oylarına yeni bir kan vermiştir. Bu
provokasyon sayesinde Rasmussen'in iktidarını koruyabileceği
söylenmektedir. Ve zaten aynı nedenle Rasmussen, oy yitirme kaygularıyla,
kendisine yeniden iktidar olma şansı veren provokasyondan geriye adım
atarak özür dilememektedir... Karikatürler istenen etkiyi yarattıktan,
Avrupa halklarının gözünde "tehlikeli" ve "özgürlük düşmanı" İslam resmi
yeniden canlandırıldıktan sonra, ABD yönetiminin usulen ve İslam taciri
kendinden yana yönetimlere kan aşılama amacıyla karikatüristleri kınaması,
bilinen ikiyüzlü küçük bir oyundan başka birşey değildir.
- Ahmakça tehlikeli tepkiler ve Müslüman halkların gereksinim duydukları
mücadele yöntemleri
Nedenleri ve sonuçlarıyla Peygamber Muhammed karikatürleri, provokasyonlar
ve İslam toplumlarının gereksinimleri üzerine
Yusuf Küpeli
- Hedefte olan ve savunulan
Sünni inancından olsun, Şia inancından olsun İslam inancına sahip halklar
Irak'ta boğazlanırlar ve bu halkların petrol dahil tüm zenginlikleri
gaspedilirken, Peygamber olarak kabulettikleri insan da aşağılanıyor. Aynı
gerçek Afganistan halkı için, saldırı tehdidi altındanki İran ve Suriye
halkları için ve yine Ortadoğu ve Asya'nın diğer tüm müslüman halkları
için geçerli…
Müslüman halkların enerji kaynaklarına elkonulurken ve bu halklar
boğazlanırlarken, daha önce görülmemiş böyle bir alayın ve aşağılamanın
sahnelenmesi bir rastlantı olmasa gerek. Ve bu tavrın Haçlı mantığından
ayrılamıyacağı, olayla ilgili "ifade özgürlüğü" teranelerinin sıradan
yalanlardan başka birşey olmadığı ortadadır. Çünkü, bundan 1400 yıl kadar
önce ölmüş biriyle durup dururken mizah yapmanın geçerli mantığı olamaz
ama, o kişiye inanan insanları aşağılamak ve kışkırtmak için Peygamber
Muhammed ile alay edip aşağılamanın bir mantığı olabilir. Bunun mantığı,
Müslüman halkları aşağılayarak yürütülmekte olan emperyalist saldırıyı
Batı tolumlarının bilinçlerinde meşrulaştırmaya çalışmaktır. Ve yine bunun
mantığı, Peygamber Muhammed'i aşağılayarak, Müslüman halkları kışkırtmak,
yapay bir bir Hıristiyan- Müslüman çelişkisi yaratmak ve böylece Müslüman
halkların toprakları içindeki enerji kaynaklarına yönelik emperyalist
saldırı için Batı toplumlarında kitle desteği sağlamaktır... Yani hedefte
olan asıl olarak Peygamber Muhammed değil, Peygamber Muhammed'e inanan
yığınlar ve yine Batı'nın aldatılan Hıristiyan halklarıdır. Çünkü,
yağmalananlar, öldürülenler Müslüman halklarsa, aldatılarak bu yağmayı ve
cinayetleri detekliyenlerde birkısım Hıristiyan halklardır. Ve Müslüman
halklar peygamberlerine yönelik aşağılamaya bazı doğru ve yanlış
yöntemlerle yığınsal tepkiler verirlerken, bilincinde olarak veya
olmayarak aslında kendilerini savunmaya çalışmaktadırlar.
- Tepkinin bu ölçüde yığınsal olarak patlamasının nedenleri
Tepkinin birden böyle yığınsal biçimde patlamış olması, Batı'nın zaten
sürmekte olan ırkçı ve emperyalist saldırılarından soyutlanamaz.
Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de ve diğer başka bazı coğrafyalarda
yaşananların üzerine, bu son büyük aşağılama tuz- biber ekmiş ve yığınsal
patlamaların nedeni olmuştur... Olayların bundan sonra nasıl gelişeceğini
ise, hem Batı'nın önderlerinin ve hem de Müslüman toplulukların
önderlerinin akılları ve politik seçimleri belirleyecektir. Yalnız,
toplumlar arasındaki güvenin tamamen yıkıldığı, ortamın hertürlü karanlık
provokasyona ve kötü niyetlilerin manüpülasyonlarına açık olduğu bellidir.
Ve gelişmeler daha şimdiden olayların Batı'da Müslüman topluluklara karşı
sürdürülmekte olan aşağılama, karalama ve nefret kampanyalarına yeni bir
iğme, artan hız kazandırdığını göstermektedir. Ve yine şüphesiz bu
kampanyalar, ABD yönetimi önderliğindeki bazı Batı yönetimlerinin Müslüman
coğrafyasına yönelik yeni saldırı planlarından soyutlanamazlar. Bu son
aşağılamada tüm sınırların aşılmasını sağlayanlar, Batı'nın Hıristiyan
halkları ile Müslüman halklar arasında kin ve nefret tohumlarının
yeşermesini isteyenler, Bush- Blair yönetimleri ve bunların Avrupa'da
bulunan diğer ortaklarıdır…
- Değişen dünya da ABD emperyalizminin yeni politkaları ve Müslüman
halklar üzerine hesaplar
Sovyetler Birliği kendi hataları, dev ekonomisinin tek merkezden
yönetilemez hale gelmesi, satınalma yöntemleri ve ağır silahlanma
baskıları sonucu kendisini yenileyemeden yıkıldığı zaman, ABD
önderliğindeki emperyalist güçler "düşmansız" kalmışlardı. Daha doğrusu,
Orta ve Latin Amerika'da, Ortadoğu'da, Güney Asya ve Afrika'da yürütmekte
oldukları baskılar, şiddet politikaları, kışkırttıkları savaşlar,
örgütledikleri askeri darbeler gerekçelerini yitirmişlerdi. Çünkü, tüm
saldırganlıklarını, şiddet politikalarını, işkencelerini, cinayetlerini ve
sömürülerini "komünizme karşı savaş" yalanıyla kamufle etmeye
çalışmaktaydılar. Artık "komünizm yoktu" ve silahlanmanın haklı
gerekçeleri kalmamıştı. Silah satışları hızla düşmüş ve dolayısıyla bu
pazardan elde ettikleri tatlı kazançları yokolmaya yüztutmuştu. NATO'nun
mantıklı bir varlık gerekçesi kalmadığı gibi, Avrupa'nın da ABD askeri
şemsiyesi altında varlığını sürdürmesinin artık geçerli bir nedeni
kalmamıştı.
Her cinsten kötülüğün, saldırganlığın, talanın, sömürünün, cinayetlerin
sahte "gerekçesi" yokolurken, "komünizme karşı savaş" yalanı maddi
temellerini yitirirken, ABD'nin dünya imparatorluğu hayalleri büyük bir
şehvetle canlanmaktaydı. Tehdit hissedilen coğrafyalara önceden
saldırmayı, nükleer silah kullanmayı ve ve hertürlü yıkımı ikircimsiz
gerçekleştirmeyi öngören "Bush Doktrini"nde ifadesini bulacak olan bu yeni
saldırgan ABD politikası için yeni bir "düşmanın" yaratılması şarttı. Batı
toplumlarını ürkütüp, onları ABD yönetimlerinin yeni tehlikeli serüveni
peşinde sürükleyecek yepyeni bir hayaletin üretilmesi gerekmekteydi.
Kısacası, "komünizm" hayaletinin sahneden çekilişi, bir yanıyla ABD
emperyalizmi için de cansıkıcı olmaya, yeni sorunlar yaratmaya başlamıştı.
Doğan boşlukta dünya imparatorluğu fırsatına yönelik askeri operasyonları
başlatabilmek, bu amaç uğruna öncelikle ABD'nin Avrupa'da olan varlığını
koruyabilmek için yeni bir "düşmana", yepyeni bir hayalete gereksinim
duymaktaydılar.
Ayrıca tüm Batı'nın ve özellikle ABD'nin endüstrisi ağırlıklı olarak
petrole dayalıydı. Buna karşın ABD'nin petrol rezervleri neredeyse
tükenmişti. Yeni alternatif enerji kaynakları bulununcaya dek mevcut yaşam
standartlarını koruyabilmelerinin ve hatta bunun ötesinde kendi içlerinde
kanlı bir kaosa sürüklenmeyi engelleyebilmenin yolu öncelikle dünyanın
petrol ve doğal gaz rezervlerine elkoymaktan geçmekteydi. Kısacası, egemen
mali- sermaye güçlerinin yararları ve mevcut yaşam tarzı da ABD
yönetimlerini -öncelikle enerji kaynaklarını ve yollarını denetleyen- bir
dünya imparatorluk uğruna saldırıya geçmeye zorlamaktaydı…
Mevcut enerji kaynaklarının ve yollarının tümü üzerinde egemenlik kurmuş
bir ABD'nin, hem kendi içideki parçalanmayı engelleyebileceği ve hem de
Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Hindistan, Japonya gibi ülkelerin
rakip olarak gelişmelerini durdurabileceği ve Avrupa'yı denetim altında
tutulabileceği hesaplanmaktaydı anlaşılan… ABD kendi askeri teknolojisinin
diğerlerinden en az 15 yıl ileride olduğunu hesaplamaktaydı ve bu gücüne
dayanarak sözkonusu egemenlik için hertürlü yıkımı yapmaya hazırdı. Ve
zaten bu hesaba dayalı olarak üretilmiş Bush doktrini, "USA ordusunun yeni
temel görevi, 'terörü destekleyen' devletlere sadece değeri çok yüksek bir
bedel ödetmek değildir. Aynızamanda bunları tamamen yıkmaktır!",
demekteydi. Bu yıkım işi için "İslamcı terör" efsanesini sürekli canlı
tutmak gerekiyordu. Bu amaca yönelik olarak Laden'e ve El Kaide'ye
gereksinimleri vardı ama, süphesiz her politikanın da bir limiti olacaktı.
Bazı sınırlar aşılırsa eğer, ipler elden kaçabilirdi. "Teorinin rengi
geriydi ama, yaşam ağacı yeşildi!" Ne ölçüde güçlü olursa olsun, ABD
sahnede tekbaşına değildi.
Başlatılacak saldırıyı öncelikle Batı toplumlarının beyinlerinde ve
vicdanlarında meşrulaştırabilmek amacıyla geçerli "korkunç" yeni bir
"düşman" gerekmekteydi. Yeni "düşman", enerji kaynakları üzerinde yaşayan
müslüman halklardan başkası olmayacaktı. Bu nedenle korku kaynağı, "İslam
terörizmi" adlı bir hayalet olacaktı. Ve planlanan sözkonusu yeni
saldırıya, zamanın koşullarına uyarlı bir "Haçlı Seferi" görünümü vermek
ve yaratılan "İslam terörü" korkusuna karşı öncelikle zengin Batı
toplumlarını ve diğer yandan sömürge konumundaki yoksul Hıristiyan
milletleri Pentagon önderliğinde birleştirebilmek gerekmekteydi. Eğer
enerji kaynakları üzerinde başka inanca sahip halklar yaşıyor olsalardı,
korku kaynağı o başka inanç ve "yeni düşman" o inancın sahipleri
olurlardı…
- Sovyetler Birliği çökerken sahneye sürülen Salman Rushdie ve hemen
ardından Samuel Huntington
Batı servisleri 1980'li yıllarda Sovyetler birliğinin yıkılmakta olduğunu,
dış yardımlarındaki hızlı düşüş nedeniyle bile tesbit etmişlerdi. Bunun
ötesinde daha onlarca kanalları vardı. Ve görünürdeki Batılı "demokratik
kurumları" geriden manupule eden, yönlendiren elitist gizli merkezlerde
planlar daha ozaman yapılmaya başlanmıştı. Yalnız, bunların yaşama
geçirilme süreci 1980'li yılların sonuna doğru başlatılacaktı…
İngiliz koloniyalizminin Hindistan'da ehlileştirmiş olduklarından 1947
Bombay doğumlu Anglo- Hint romancı Salman Rushdie, "Şeytan Ayetleri" adlı
romanını 1988 yılında yayınladığı zaman, Sovyetler Birliği ve "Varşova
Paktı" artık son nefesini vermekteydi. Aynı yıl Gorbaçov yönetimi
Afganistan'dan çekilme kararı almıştı. Anlaşılan, o güne dek Batı'da
"özgürlük savaşçıları" olarak reklamları yapılan kadın düşmanı feodal
lordlar, Batı eroin pazarının yüzde seksen kadarının gereksinimlerini
karşılayan uyuşturucu tacirleri için yeni bir elbise biçilmekteydi...
Asya'nın tüm geçit yolları üzerinde duran, Orta Asya, Rusya, İran ve Çin'i
denetleyebilmek için mükemmel bir stratejik konuma sahibolan ve ayrıca
enerji geçitlerinin üzerinde duran Afganistan nasıl olsa yıkılmış,
ekonomisi bütünüyle çökertilmiş ve Batı tarafından kolayca yutulabilecek
bir lokma haline getirilmişti. Bu nedenle, "özgürlük savaşçıları" olarak
tanıtılmış eski eroin tacirleri ve diğer Müslüman halklar artık "korku
kaynağı" olarak reklam edilebilirlerdi…
Aklıbaşında ve bu tezgahları az- çok bilen Batılı aydınlar dahi Salman
Rushdie'nin Peygamber Muhammed'i ve İslam inancına sahip halkları
aşağılayan romanını ısmarlama yazdığı kanısındaydılar. Ve şüphesiz kısa
süre sonra Samuel Huntington adlı bir profösöre "kültürler arası savaş"
tezi ısmarlanarak minarenin kılıfı tam anlamıyla biçilecekti... Bol
reklamlı Salman Rushdie ile arı kovanına çomak sokuluyor ve zaten tesbit
edilmiş olan "yeni düşman" kışkırtılarak harekete geçiriliyordu… Mollalar
içpolitikaya yönelik hesaplarla Salman Rushdie'nin idam fermanını
imzalarlarken, Batı'nın demokratik önderleri de "vahşi" ve "terörist"
İslam'a veya daha doğrusu Müslüman halkların yaşamakta oldukları
coğrafyaya karşı başlatacakları saldırı için kendi kamuoylarını
hazırlayacak malzemeyi elde etmiş oluyorlardı.
"Aman tanrım, nekadar da ilkel ve vahşi idiler." Bir Salman Rushdie'ye,
insanların "ifade özgürlüğüne" bile tahammül edemiyorlardı(!) Doğrusu
bunlara bir ders vermek, "demokrasiyi" kan ve ateşle de olsa ihraç etmek
gerekiyordu… Ve şüphesiz bu arada birileri çıkıpta bu nebiçim "ifade
özgürlüğüdür"?, eğer özgürlüklere okadar sagılı iseniz neden tüm bu
özgürlüklerin başdüşmanı ortaçağ kalıntısı feodal beylere Afganistan'da en
modern silahları sağladınız?, neden Afganistan'ın yıkılması için bu
özgürlük düşmanı güçlere başlangıçta en az dört milyar Dolar yardım
yaptınız?, diye sormuyordu. Ve yine şüphesiz ardından CIA, Taleban'ın
kuruması için en az bir üçbuçuk milyar Dolar daha yatırmıştı. (bak
http://www.sinbad.nu/ : Yusuf Küpeli, "Şer üçgeni", İran, Irak, "Kuzey
Kore" )
Batı'nın ün dağıtan güçlü propoganda aygıtından kendine düşen payı alma
hevesindeki birsürü hesaplı veya bilinçsiz şaşkın "aydın", olayların
nedenselliklerini araştırma zahmetine katılmadan, Salman Rushdie
avukatlığına soyunup beyin yıkama korosunu güçlendireceklerdi. Yeni düşman
ilanedilmişti ama, henüz çoğunluk ne olduğunun, hangi senaryo da rol
aldığının farkında bile değildi…
- Samuel Huntington "teorisi"nin pratiğini üstlenen Usame bin Laden ve El
Kaide
İşte tam Salman Rushdie'nin "Şeytan Ayetleri" adlı romanı yayınlanırken,
ya da "İslam hayaleti" korku kaynağı olarak sahneye sürülmeye başlanırken,
yeni bir "asıl oğlan", dünya haberleşme sistemine egemen Batı'nın TV
kameralarında ünlendirilmeye başlanacaktı. Batı'nın patronları tarafından
İslam inancının "sembolü" ve tek "gerçek temsilcisi" görünümü verilen bu
"asıl oğlan", Batılı sıradan insanların korku kaynağı olarak
ünlendirilecekti. İnsanlar O'nun uzun kara sakallı resimlerini görünce
İslam inancı karşısında titreyeceklerdi ama, aslında aynı kişinin Bush
ailesi ile iş ortaklığı içinde olduğunu hiç akıllarına getirmeyeceklerdi…
Şüphesiz Bush- laden aileleri ortaklığı sadece ekonomik alanda kalmayacak,
sözkonusu uzun kara sakallı kişinin politika sahnesinde oynadığı rol,
ünleniş biçimi, Bush politikaları yüzde yüz uyuşacaktı. Müslüman halkların
topraklarına ve zenginliklerine yönelik emperyalist saldırıları
meşrulaştırma çabasında olan W. Bush yönetimi, İslam inancını Batı
toplumlarına korku kaynağı olarak göstermek zorundaydı. Bu korkutma rolünü
de "İslam ile özdeşleştirilen" iş ortağı Usame Bin Laden üstlenmişti.
Usame bin Laden'in İslam denizi içinde sadece küçük bir damla olan Vahabi
inancının yandaşı olduğunu ve bu inancında başta Şia olmak üzere İslam
inancının diğer tüm kollarına derece derece düşman olduğunu Batı'nın
Hıristiyan halkları bilemezlerdi…
Usame bin Laden, Yemen'den Suudi Arabistan'a yerleşip Dolar milyarderi
olmuş kişinin 54 çocuğundan biriydi ve 11 milyar Dolarlık mirasın üzerine
oturmuştu... İngiliz sömürgeciliği ile 1800'lü yılların başından itibaren,
ABD emperyalizmi ile ise II. Dünya Savaşı'ndan beri yakın işbirliği içinde
olan Suudi kırallık ailesi, Leden ailesi ile ortak yatırımlara sahipti.
Ayrıca aynı kırallık ailesi ile Leden ailesi yakın dostluk içindeydiler.
Her iki aile de İslam içindeki en köktendinci, reaksiyoner, hoşgörüsüz ve
puritan/ safcı Vahabi tarikatındandı. Vahabiler Ortadoğu'dan Orta Asya'ya,
Kafkaslar'a ve Balkanlar'a dek tüm coğrafyalarda ABD emperyalizmi, Anglo-
Amerikan petrol tekelleri ile işbirliği içindeydiler. Aynen Suudi kırallık
ailesi gibi Laden ailesinin de Bush ailesi ile iş ortaklıkları vardı ve
1957 doğumlu Usame Bin Laden, diğer birçok ülkeden gelen kökten dinci genç
insanlar gibi, Pakistan'da kurulu CIA ve Pakistan servisi ISI
denetimindeki kamplarda 1979 yılından itibaren yetiştirilmişti…
İlginçtir, çanların Sovyetler Birliği için çaldığı, Sovyet güçlerinin
Pakistan'dan çekilmeye başladıkları ve Salman Rushdie'nin bol reklamla
sahneye sürülerek korku kaynağı "İslam hayaleti"nin yaratılmaya başlandığı
1988 yılında, Usame Bin Laden'de Amerikancı- CIA'cı kimliğinden görünüşte
"soyutlanarak" yepyeni bir kamuflajla sahneye çıkartılacaktı. Aynı yıl O,
"El Kaide" adlı merkezi denetimden yoksun ve ne olduğu tam olarak belirsiz
terör örgütlenmesinin sözde "temellerini" atacaktı…
Sözkonusu korku kaynağın örgütün temellerini atan gerçekten Ladenmiydi?,
bu da bir başka soru işaretidir tabii. Aslında bu pek soru işareti de
değildir ama, ortada sunulabilecek belgeler olmadığı sürece böyle temkinli
konuşmak politik bir tavırdır. Fakat yine de sözkonusu uluslararası
konfederatif karanlık ağın Usame bin Laden gibi el üstünde büyütülmüş bir
zengin çocuğu tarafından şekillendirilmeyeceğini düşünebilen herkes
anlayabilir. Ayrıca, aynı örgütün O'nun tarafından denetlenmediği de gün
gibi ortadadır. Çünkü, sürekli saklanmak zorunda olan ve hatta aslında ne
olduğu da bilinemeyen böbreklerinden hasta birinin böyle olanaklara sahip
olamayacağı açıktır. Tüm telsiz, telefon, internet bağlantılarının sürekli
izlenebildiği bir dünyada yaşayıp yaşamadığı bile belli olmayan bir
Laden'in neyi denetleyip denetleyemeyeceğini sanırım herkes düşünebilir.
Bu tip uluslararası yapılanmalar -zaten sağlam biçimde örgütlü- bazı
servisler tarafından şekillendirilirken, asıl mimarların ve kullanıcıların
gizlenebilmesi için, denetim altındaki yapının başına ün meraklısı ve aklı
biraz kısa göstermelik "efsaneleştirilmiş" bir "lider" rahatça
bulunabilir. Böbreklerinden hasta ve hareket yeteneğini tamamen yitirmiş,
insanlarla doğrudan temas olanağı hemen hemen hiç olmayan birine bu
"efsanevi lider" rolü verip, işleri bu ünlü maskenin gerisinden götürmek,
oyunu oynamanın en mükemmel biçimidir herhalde. Bu biçim, kullanılanları
aldatabilmek için de mükemmel bir yoldur. Zaten "El Kaide" adı bile Batı
servislerinin bir yakıştırmasıdır...
Yoksul eğitimsiz kökenleri ve buna bağlı düşük entellektüel düzeyleri ve
"gizlilik" nedeniyle kimin neyi nasıl kullandığını araştırıp anlayabilecek
konumları olmayan değişik ülkelerden "El Kaide"ci genç militanların 30- 40
bin kadarı Pakistan ve Afganistan'da kurulu CIA- ISI kamplarında
eğitilmişlerdi vaktiyle. Sicilleri bu servislerin ellerindeydi. Ve
şüphesiz bu arada kaçının satınalınmış olduğu da belli değildi. Hiç
"yakalanmayacak" olan sürekli "kaçak" Usame bin Laden tüm bunların
"liderleri" rolündeydi. Yakalanacak olsa, masal ve oyun biterdi…
"Kader ağlarını örmeye başlamıştı"… Laden bağlantılı bombalamalar 1992
yılında Yemen'de patlamaya başlayacaklardı. Birkaç ABD askerinin hedefte
olması ABD'ye herhangi bir zarar vermezdi ama, kitleleri korkutma, "İslam
terörizmi" imajını yaratma tezgahına rahatça yardımcı olabilirdi. Bu imaj
da Müslüman halkların yaşadıkları coğrafya'ya saldırıyı ve onların yeraltı
zenginliklerine, petrollerine elkoyma operasyonunu kolaylaştıracaktı…
Laden ve "El Kaide" bağlantılı bombalama olayları 1993 yılında Somali'de
sürecekti. Fakat en sansasyoneli, Batı toplumları açısından en ürkütücüsü,
Şubat 1993'de New York Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması olacaktı.
"İslam terörizmi" korkusunun zirveye çıkartıldığı 1993 yılında, ABD
dışpolitikasına yönveren, 1940'lı yıllardan beri tüm ABD başkanlarını
önceden belirleyen CFR adlı elitist Masonik örgütlenmenin yayın organı
Foreing Affairs adlı dergi de Samuel Huntington imzalı ve "kültürler arası
savaş"tan sözeden uzun bir makale yayınlanacaktı. Aynı makale daha sonra
kitap haline getirilecekti... Sözkonusu makalesinde Huntington,
"Hipotezime göre, bu yeni dünya da temel çatışma kaynağı esas olarak
ideolojik veya ekonomik olmayacaktır. İnsan oğlu arasındaki büyük
bölünmeler ve başat çatışma kaynağı kültürler olacaktır.", diye
yazmaktaydı. Laden'in pratiğini teorisi Huntinton'a ısmarlanmıştı ve
böylece çalınacak minarenin kılıfı eksiksiz tamamlanmıştı… Şüphesiz
Huntington'un söylediklerinin tümü de yalandı ama, yalan tam zamanında,
İslam korkusunun Batı'da zirveye ulaştığı anda söylenmişti...
- Hıristiyan ve İslam inançlarının ortak kökleri ve İslam'ın İsa'ya
saygısı üzerine
Şüphesiz hem İslam dininin ve hem de Hıristiyan inancının kültürel kökleri
asıl olarak Eski Ahit'e (Tevrat) veya bir başka ifadeyle İbrani
mitolojisine uzanmaktadır. İslan inancı ve bunun yayıcısı Peygamber
Muhammed, Eski Ahit'te (Tevrat) sıralanan tüm peygamberleri tanıyıp onlara
saygı gösterdiği gibi, Hıristiyan inancının en "kutsal" varlığı olan
İsa'ya ve İsanın annesi Meryem'e de derin bir saygı gösterir ve onları
"kutsal" varlıklar olarak kabuleder.
Örneğin, İslam inancının kutsal kitabı Kuran'ın 19ncu Sûresi olan
Meryem'in 19 numaralı ayetinde, "Allah tarafından gönderilmiş olduğu"
ifade edilen melek, Meryem'e, "Ben, yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk
bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi", diye yazar. Ve devameder:
"20. Meryem, Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde
benim nasıl çocuğum olabilir?, dedi; 21. Melek: Öyledir, dedi. Zira Rabbin
buyurduki, bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve
kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir
iştir." Evet, ayetler bu biçimde sürerler ve görüldüğü gibi Kuran,
Meryem'i ve oğlu İsa'yı tertemiz varlıklar olarak tanıtır. Hıristiyan
inancını bir rakip olarak karşısına alıp, "babasız çocuk doğuran" Meryem'i
ve oğlu İsa'yı aşağılamaya, onlarla alay ederek kendi inancını üstün
kılmaya ve bu biçimde yayılmaya çalışmaz. Tam tesine Meryem'i bir "bakire"
olarak yüceltir ve İsa'nın da "Yaratıcı"nın kutsal bir ürünü olduğunu
yayar. Ve bu örnekler daha uzatılabilir...
Diğer yandan, yine her iki dinin de Hint- Avrupai mitolojilerle,
Zoroastrianizm ile derin kültürel bağları vardı ve özellikle Şia inancının
kozmolojisi/ evren bilgisi, Hıristiyanlık gibi düalistir. Sözün kısası,
sözkonusu kültürler arası temel bir çelişki olmadığı gibi, aslında
dünyadaki tüm kültürler de derin bir alışveriş içindedirler. Kültürel
farklılıklar nedeniyle savaş çıkacağı falan da yoktur. Şüphesiz
Huntington'da bu gerçeği çok iyi biliyordu ama, görevi çalınacak minareye
kılıf hazırlamak olduğu için, böyle yalanlar yazmak zorundaydı. (İslam
inancı ve bağlantılı kültürlerle ilgili daha geniş bilgiler için bak
http://www.sinbad.nu/ : Yusuf Küpeli, EMPERYALİST BASKILAR ALTINDA
MÜSLÜMAN HALKLAR, İSLAM İNANCININ KÜLTÜREL KÖKLERİ VE ANA KOLLARI ÜZERİNE
KISA NOTLAR )
- Biz sizin zenginliklerinize, petrolünüze ve gazınıza elkoyacağız
diyemezlerdi ve saldırı için korkuyu büyütmek gerekiyordu
Çalınacak olan "minare", Müslüman halkların üzerlerinde yaşamakta
oldukları zenginlikler, enerji yatakları, petrol ve doğal gaz
rezervlerinden başkası değildi. Kalkıpta, biz sizin zenginliklerinize,
petrolünüze ve gazınıza elkoyacağız; eğer güzellikle vermeyecek olursanız
dünyayı size cehennem edeceğiz, kafalarınızı kopartacağız, diyemezlerdi.
Böyle bir gerekçeyi Batı toplumlarının sıradan insanlarına da kolayca
kabulettiremezlerdi zaten. En azından karşılarında çok büyük ve güçlü bir
muhalefet cephesi oluşurdu. En iyi taktik, kendi halklarını İslam
inancından korkutmak ve böylece hazırlanan saldırı için ya saflarına
katmak, ya da sindirmekti. Farklı inançlara sahip halkların arasına
güvensizlik, korku ve düşmanlık tohumları ekmeleri gerekiyordu. İslam
inancını korku kaynağı, Müslüman toplulukları ise tehlikeli birer öcü gibi
göstermek zorunda idiler. Bu tezgahın pratiği Laden sembolü El Kaide'ye
ihale edilirken, teorisi de Huntington'a ısmarlanmıştı…
Batı toplumlarını ve özellikle tüm Hıristiyan dünyasını korkutan
bombalamalar devamederken Laden efsanesi de büyütülmekte ve İslam
dünyasına yönelik korkular ve öfkeler yükselmekteydi… Planları W. Bush'un
masasında zaten duran Afganistan'a yönelik askeri operasyonu için gerekli
mazeret 11 eylül günü İkiz kulelere yönelik saldırı ile yaratılacaktı...
Afganistan sadece enerji yolları açısından değil, Hazar havzası ve Orta
Asya enerji kaynakları egemenliği için de stratejik önem taşımaktaydı.
Avrasya egemenliği için kilit önem taşıyan Orta Asya egemenliğinin yolu
Afganistan'dan geçmekteydi. Afganistan egemenliği, Kafkaslar'da ve
Ortadoğu'da verilen egemenlik mücadelesi için büyük önem taşıdığı kadar,
Rusya Federasyonu'nun ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin çembere alınmalı
çabalarında da kilit öneme sahipti... Ve yine Afganistan egemenliği ile,
İran'ın Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkileri kırılabilir, İran ile
Hindistan arasında kurulacak enerji hattı kesilebilir ve bu iki ülkenin
Orta Asya ülkelerini de içlerine alarak oluşturabilecekleri büyük Pazar
engellenebilirdi...
Yıkılan ikiz kulelerle birlikte Pentagon'a da uçak çarptığı iddia
edilecekti ama, olanın başka birşey olduğu, haberin tümüyle yalan olduğu
sonradan kesinlik kazanacaktı. Aslında olan, W. Bush politikalarının önünü
açacak bir iç darbeydi ve "Şahinler"in gerçekleştirdiği darbenin başarısı
kesinlik kazanınca, George W. Bush, TV kameraları karşısında, petrol
işinde yıllardır ailece ortak oldukları Usame bin Laden'in ikiz kulelere
saldırdığını ilanedecekti... Usame Bin Laden'in ise Afganistan'da olduğu
yazılıp çizilmekteydi. Zaten iki on yılı aşkın süredir alabildiğine
yıkılıp zayıflatılmış Afganistan'a yönelik askeri saldırı için gerekli
sahte gerekçe elde edilmişti.
- Korku büyütülürken birtürlü yakalanmayan Laden
Baştan aşağı yalan yüklü bu propogandalara karşın, Laden'in önce Sudan
yönetimi, ardından Pakistan kökenli Amerikalı işadamı Mansur Ijaz ve son
olarakta Suudi Arabistan'ın eski istihbarat şefi Prens Turki bin Faysal
tarafından USA'aya teslim edilmek istendiği bilinmekteydi. Tüm bu
teklifler, CIA ve USA yönetimi tarafından geri çevrilmişti. Prens Turki
bin Faysal, -CIA ile birlikte-Suudi sarayında Laden'i özellikle
desteklemiş olanlardandı. Clinton'un "USA Anti Terör Yasası"nı imzaladığı
1996 yılında Sudan yönetimi Laden'i sınırdışı etmişti. Yine Sudan
yönetimi, 1992'den beri ülkesinde yaşayan Laden'i ABD'ye teslim etmeye
hazırdı ama, hernedense Clinton yönetimi Laden'i almak istememişti. Açığa
çıkan en önemli skandallardan biri de, 11 eylül olayından tam iki ay önce,
temmuz 2001'in ilk iki haftası içinde Laden'in Dubai'deki USA
hastahanesinde idrar yolları iltihabı nedeniyle tedavi görmesi ve aynı
süre içinde lokal CIA görevlisi ile görüşmesiydi.
Dubai'de bulunan Amerikan hastahanesinde tedavi gördüğü sırada Laden,
lokal CIA yöneticisi Lary Mitchell ile görüşmüştü. Dubai emirliği,
Laden'in 4- 14 temmuz 2001 tarihinde ülkelerindeki Amerikan hastahanesinde
tedavi gördüğünü açıklayacaktı. Lokal CIA şefi Lary Mitchell'de bu
hastahanede Laden ile aynı günlerde görüştüğünü fransızca yayın yapan
İsviçre TV kanalı gazetecisi Labéviére'ye anlatacaktı. Laden, lokal CIA
görevlisi ile Dubai'de görüştüğü sırada, 1996 yılından Clinton tarafından
imzalanan antiterör yasası nedeniyle USA güvenlik birimleri tarafından
sözde aranmaktaydı. Yine Laden, 1998 yılında Kenya ve Tanzanya'daki USA
elçiliklerine yapılan saldırıların sorumlusu olarakta sözde aranmaktaydı
ama, birtürlü "yakalanamıyordu" ve İslam korkusu hızla yayılıyordu.
Kısacası tezgah mükemmel işliyordu. (bak www.sinbad.nu/ : Yusuf Küpeli, 11
eylül konspirasyonu, USA, İsrail , http://www.sinbad.nu/11.htm )
- Yeni yalanlarla Irak'a saldırı ve radyasyonlu mermiler
Afganistan'a yönelik saldırıyı, -bilindiği gibi- 2003 Mart ayında Irak'a
yönelik vahşi saldırı izleyecekti. Zaten 1991 başından beri ülke sürekli
bombardıman altındaydı ve bilinçli olarak sivil hedefleri vurmaktaydılar.
Kesintisiz olarak elektrik santrallarını, su ve ulaşım şebekelerini
tahribetmekteydiler. Gaspetmek istedikleri petrol kuyuları ve rafinerileri
hariç ülkenin tüm ekonomik alt yapısını tahribetmekteydiler... Aslında bu
işin planlarını daha 1972- 73 petrol krizi yıllarında yapmışlar, mallara
ve dolayısıtya petrol kuyularına zarar vermeyen ama, ağır radyasyon
etkisiyle tüm canlıları yokeden Nötron bombalarını üretmişlerdi. Yalnız
bunları dünya kamuoyu karşısında rahatça kullanamazlardı ama, 1991 başında
başlattıkları "Çöl Fırtınası" adlı Birinci Körfez Saldırısı'ndan itibaren
-kalıcı etkileri dünyanın kalan ömrü kadar veya 4.5 milyar yıl sürecek
olan- tüketilmiş uranyumlu (DU) mermileri gizlice kesintisiz olarak
kullanacaklardı.
Tüketilmiş uranyumlu mermilerle ilgili acı gerçek, aynı mermilerin
onbinlerce Amerikan askerinin ölmesine, yüzbinlercesinin ise
hastalanmasına neden olduğu için ortaya çıkacaktı. Silah müfettişlerinin
raporlarını beklemeden ve dünyanın her köşesinden yükselen milyonlarca
insanın itirazlarını dikkate almadan Irak halkına yönelik canice saldırıyı
2003 yılının başında, Mart ayında başlatmış olmalarının nedeni ise,
kullanacakları tüketilmiş uranyumlu (DU) mermilerle ilgiliydi yine. Bu kez
kendi askerlerine özel elbiseler giydireceklerdi ve aynı işi yaz sıcağında
yapmaları olanaksızdı... (Tüketilmiş uranyumlu mermilerin Irak'ta ve
kullanılmış olduğu diğer yerlerdeki etkileri ve yine diğer bazı biyolojik
ve kimyasal silahları etkileri üzerine daha geniş bilgiler için bak
http://www.sinbad.nu/ : Yusuf Küpeli, OLAĞAN ve OLAĞANÜSTÜ, KORKU
FİLMLERİNİ SIRADAN KOMEDİLERE DÖNÜŞTÜREN GERÇEKLER, DOĞAYA ve İNSANA
NÜKLEER- BİYOLOJİK- KİMYASAL SALDIRI )
Sadece ve sadece Müslüman halkların zenginliklerini gaspetmek ve
üzerlerinde yaşamakta oldukları toprak parçalarını dünya egemenliğine
yönelik planlarında stratejik üsler olarak kullanmak amaçlarıyla
başlatıkları bu yüzde yüz haksız canice saldırılarını halkların gözünde
"haklı" göstermeye yarayacak büyük yalanlara gereksinimleri olduğu için,
Irak yönetiminin "El Kaideye yardımcı olduğu, 'İslami terörizmi'
beslediği", yalanını söyleyeceklerdi. "Terörist devlet" ilanettikleri
Irak'ın "kitle imha silahları"na, NBC (Nükleer- Biyolojik- Kimyasal)
silahlarına sahibolduğu yalanlarını yayacaklardı. Bush doktrininde
öngörüldüğü üzere, "terörü destekleyen devleti tamamen yıkma" görevini
yerine getirmekteydiler. Irak'ı halkının kafasına yıkacaklar, petrol
zenginliğinin yanında tüm olağanüstü zengin tarihini, herşeyini
yağmalayacaklardı... Ve halen yıkımı ve yağmayı sürdürmeye
çalışmaktadırlar.
- Irak'ın yıkılmasının diğer nedeni
Irak'ın yıkılmasının bir diğer asıl nedeni de, 1991- 2003 arasında
sürdürülen yıkıcı amabargoya, bunun en ağır sonucu olarak beş yaşın
altında bir milyonu aşkın çocuğun ölümüne ve kesintisiz askeri yıkıma
karşın Irak'ın Arap ülkeleri içinde ABD'ye direnen bir odak olması, diz
çökmemesidir. Irak'ın bu konumu, Arap halkları arasında ABD açısında kötü
bir örnek oluşturmuştur. Hedef seçilmesinin politik nedenlerinden birisi
de kısaca budur... ABD yönetimi, Irak'ın dize getirilmesini, tüm Arab
dünyasının dize getirilmesinin aracı olarak görmüştür...
ABD'nin Avrasya ve dolayısıyla dünya egemenliği hesapları açısından Orta
Asya egemenliği planları ve tüm Akdeniz havzasını, Ortadoğu'yu ve
Kafkaslar'ı içine alan bölgede eksiksiz bir denetim kurma düşü, veya
"Büyük Ortadoğu" projesi, asıl olarak Irak saldırısı ile başlatılmıştır.
Çünkü, Irak'ın kuzeyinde ve Basra'da kurulacak askeri üslerle öncelikle
Kafkaslar'ı, İran'ı, Arab Yarımadası'nı, Arab Denizini, Hint Okyanusu'nun
kuzeyini ve Doğu Akdeniz'i kolayca denetlemek veya buralara yönelik tehdit
oluşturmak olanaklıdır. Kuzey Irak'ın batısına yakın üslerle hem
Türkiye'yi ve hem de Suriye'yi dinlemek ve vurmak ABD'ye sudan ucuza
gelir...
Sonuçta, Irak merkezi yönetiminin yıkılması ile "dikta yönetimine alışık"
Arap halkının hemen teslim olacağını, işgalci güçleri "kurtarıcı" gibi
karşılayacağını düşlemişlerdir. Halbuki Irak, birçeşit diktatörlük
olmasına karşın, Arab yarımadasında bulunan devletler arasında göreceli
çok daha özgür bir halka sahipti. Irak laik bir yönetime sahipti ve Irak
kadınları hertürlü özgürlüklerine sahiptiler. Onlar, eğitimde ve iş
hayatında erkeklerle aynı konumdaydılar. Kısacası, Irak halkını "köle
ruhlu" sanan bu cahilce ve ahmakça düşün gerisinde Arap halklarını ve
Özellikle Irak halkını aşağılayan ırkçı önyargılar olduğu kadar, ABD
yönetiminin köle ruhlu etnik işbirlikçilerinden aldıkları yanlış bilgiler
de yatmaktadır...
Feodal beylerinin yönetimi altındaki sözkonusu etnik işbirlikçilerinin
"ahlaki" yapılarında güçlüye uşaklık etmek sonderece "doğal" ve "akıllıca"
bir tavırdır ve zaten en az iki bin yıldır bölgede kim güçlü ise onun
emrine girip uşaklık etmişler, askeri hizmet vermişler ve ranttan pay
almışlardır. Sonuçta, kim egemense onun emrine girmek bunların
karakterlerinin, ahlaki yapılanmalarının bir parçası haline gelmiştir...
Ortadoğu'ya özgü bir özdeyişte, "Herkes karşısındakini kendisi gibi
sanır!", denilmektedir. ABD'nin bölgedeki gönüllü uşakları da, Arap halkı
hakkında "bilgi" verirlerken, aslında kendilerini anlatmışlardır. Bu
yanlış bilgilendirme de Bush yönetiminin bir diğer hatasına kaynaklık
etmiştir...
- Direnen Irak'ın ve ABD ve İsrail saldırganlığının Müslüman toplumlar ve
Batı üzerindeki etkileri
Sonuçta Irak yıkılmıştır ama, Irak halkının direnişi durdurulamamıştır...
Türk basınında 10 Ocak 2006 Salı gün yayınlanan "Irak Savaşı'nın ABD'ye
maliyeti" (http://www.haberx.com/) başlıklı bir habere göre, Mart 2003'den
günümüze dek sözkonusu maliyet bir trililyon Dolar'ı epeyce aşmıştır.
Öngörüleni kat kat aşan bu maliyet hesabını yapanlar, Columbia
Üniversitesi'nde çalışan Nobel ödüllü Joseph E. Stiglitz ile Harvard
Üniversitesi öğretim üyesi Linda Bilmes'den başkası değildir ve şüphesiz
bunlar güvenilir bilgili kişiliklerdir. Ve yine bilindiği gibi, bütçe
fazlası ile iktidarı almış olan Bush yönetimi sırasında ABD'nin bütçe
açıkları rekor düzeye ulaşmıştır... Diğer yandan, Irak'tan ABD'ye giden
binlerce tabut, Amerikan halkının Irak savaşı konusundaki görüşlerini
hızla değiştirmeye başlamıştır. Ölen Amerikalı askerlerin aileleri vardır
ve savaş aleyhtarlığı giderek yükselmeye başlamıştır. Yaralanan,
sakatlanan ve savaş dışı kalan onbinlerce Amerikalı askerin durumları da
bu muhalefetin yükselmesine büyük katkılar yapmaktadır. Ve basında,
Irak'ta görev yapan ABD askerlerinin yarısı kadarının ruhsal bozukluklar
yaşadığı, Amerikalı gençlerin askere gitmek istemedikleri haberleri
yayınlanmaktadır.
Kısacası, Amerikan halkı hem kesesinden ve hem de yüreğinden vurulduğunu
yavaş yavaş artan ölçülerde hissetmeye başlamıştır. Bulunamayan kitle imha
silahları ile W. Bush yönetiminin yalanları ortaya çıkarken, sonuçları
aylar sonra açıklanabilen düzmece secimlerle Irak'a demokrasi gelmediği de
kafalara dank etmektedir. Sonuçta, "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!",
özdeyişini haklı çıkartacak biçimde ABD yönetiminin yalanlarının ateşi
işgalin üçüncü yılı dolmadan sönmeye başlamıştır...
Aynı gerçekler, İngiliz toplumu ve ABD'nin akıntısına kapılmış olan diğer
Batı toplumları için de geçerlidir. ABD halkının ve diğer Batı
toplumlarının bilinçlerinde Irak işgali tüm "halklılığını" yitirmeye ve
yeniden ABD yönetimi karşıtı bir muhalefetin filizleri Batı'da yeşermeye
başlamıştır. Buna karşın W. Bush yönetimi ve küçük ortağı Blair yönetimi,
Irak'ı terketmek istememektedirler. Irak'ta kalışlarını uzatabilmek,
"Büyük Ortadoğu Projesi" adını taktıkları köleleştirme operasyonunu
sürdürebilmek için yeni provokasyonlara, kendi toplumlarının görüşlerini
değiştirecek entrikalara, dikkatleri başka alanlara çekecek
konspirasyonlara, karanlık amaçlı planlara gerek duymaktadırlar.
İktidar koltuğuna oturmadan önce CIA bağlantılı olduğu söylenen Gaddafi ne
hesap yaptı veya kimler tarafından aldatıldı ise, teslim olmakta biraz
erken davranmıştır ama, diğer Arap devletleri ve özellikle Arap halkları
açısından gerçek hiçte böyle değildir... Bir yandan Irak'ta İşgalci
güçlerin kimyasal silah katagorisi içindeki fosfor bombaları dahi
kullanarak sürdürmekte oldukları cinayetler ve yıkım, buna karşın
güçlenerek sürmekte olan direniş, diğer yandan ırkçı İsrail devletinin
Filistin halkına yönelik durmak bilmeyen soykırım ve zorla göçettirme
politikaları ve buna karşı Filistin halkının kahramanca direnişi,
öncelikle Müslüman arap halklarını ve diğer yandan sayıları 1.5 milyar
civarında olan tüm Müslüğmanları derinden etkilemektedir. Sözkonusu süreç
bu yığınlara başkaldırı cesareti aşılamakta, anti- emperyalist, anti-
amerikan duyguları beslemektedir ama, malesef bu halklar ciddi akıllı bir
önderlikten yoksundurlar. Fakat yine de İslam dünyası içinde varolan tüm
işbirlikçi yönetimlere karşın Batı, ABD emperyalizmi, Müslüman halkların
gözünde neredeyse tüm kredisini, güvenilirliğini yitirmiş, giderek büyüyen
derin bir nefretin hedefi haline gelmiştir.
Bu nefret, ABD yönetimleri ile işbirliği içinde olan, ABD ve ortakları
tarafından desteklenip beslenen Arab yönetimlerini ve halkı Müslüman diğer
ülkelerin yönetimlerini de vurmakta, bunların bastıkları toprak hızla
erozyona uğramaktadır. Bu sürecin son somut kanıtı Filistin'de yaşanmış
olanlardır... Yıllardır filistin halkını yönetmekte olanların, El Fetih
yönetiminin basına yansıyan yolsuzlukları yapılan son seçimler üzerinde
etkili olmuşlardır ama, HAMAS'ın büyük seçim zaferinin temel nedeni bu
olaylar değildir...
Yaser Arafat'ın vaktiyle söylemiş olduğu gibi HAMAS'ın kuruluşunda belki
İsrail servislerinin, MOSSAD'ın parmağı olmuştur. Bunun nedeni de Filistin
direniş hareketini bölmek ve terörize ederek Batı kamuoylarının ve
halklarının gözünde prestij yitirmelerini sağlamaktır ama, böyle olsa bile
artık İsrail servislerinin ipleri ellerinden kaçırdıkları bellidir.
HAMAS'ın Müslüman Kardeşler örgütünün birçeşit uzantısı olduğu, veya bu
örgütle sıkı bağları bulunduğu ve Müslüman Kardeşler'in de baştan beri
Anglo- Amerikan emperyalizmi ile belli alışveriş içinde oldukları bilinse
de, emperyalist merkezler açısından da iplerin büyük ölçüde elden kaçtığı
anlaşılmaktadır. Bunun nedeni ise, emperyalist sopa ve havuç
politikalarındaki tüm dengeler kökten yokolmasıdır.
Emperyalist güçlerin ilişki içinde oldukları bu tip örgütleri
denetleyebilmeleri için, onlara ve onların etkisi altındaki halklara
birşeyler verebilmeleri gerekmektedir. İsrail ırkçılığı ve puritan
Protestan Anglo- Amerikan ırkçılığı, hiçbirşey vermeden, sadece yakan
yokeden yüzünü götererek, sadece ölüm ve yıkım dağıtan sopasını sallayarak
hep almak ve buna karşın yine de yönetmek ve denetlemek istemektedir. Ve
ne ölçüde ileri askeri teknolojiye sahip olurlarsa olsunlar bu açmazları
onların sonlarını hazırlamaktadır...
Yoksul Filistin halkının HAMAS'ı seçmesinin temel nedeni, ABD yönetimleri
tarafında sunulan sözde çözüm paketlerine ve ABD'nin denetiminde olan
Birleşmi Milletler adlı iktidarsız ve işlerliğini çok büyük ölçüde
yitirmiş kuruma tüm güvenini yitirmiş olmasında gizlidir. Filistin halkı,
artık özünde kendisine birşey verilmeyeceğini, boynuna celladın ipinin
veya ağır kölelik boyunduruğunun takılması dışında bir alternetifin
karşısına konmadığını görmektedir. Ve artık bu halk, ırkçı İsrail devleti
ile birlikte yaşamak istememektedir... HAMAS gibi düşmanla "uzlaşmasız"
gözüken bir örgütün seçimi kazanmış olması, Filistin halkının özetlenen
duygu ve düşünceleri gözönüne alındığında rahatça anlaşılabilir...
Şüphesiz şimdi HAMAS yöneticilerinin denetlenemeyecek olanlarını
yoketmenin yanında, uygun bulduklarını satınalmaya, örgütü bölüp
zayıflatmaya çalışacaklardır. Bu entrikaların başarılı olup olmayacakları
ileride anlaşılacaktır ama, sonuçta Filistin halkı Batı'ya, ABD ve İsrail
yönetimlerine tüm güvenini yitirmiştir ve bu gerçek büyük ölçüde diğer
Müslüman halklar içinde geçerlidir.
Her ne olursa olsun sonuçta ABD ve yakın ortağı Büyük Biritanya
yönetimleri ve bunlarla göbekbağı içinde olan diğer Batılı yönetimleri
giderek hem kendi toplumlarının ve hem de dünya kamuoyunun gözünde büyük
prestij yitirmekte, kredileri tükenmektedir. Ve şüphesiz bu sürece Latin
Amerika'nın Katolik toplumlarında başlayan başkaldırıyı, sol eğilimli yeni
anti- emperyalist yönetimlerin birbirleri peşisira Latin Amerika'da
iktidara gelme süreçlerini de eklemek gerekir. Ortodoks Hıristiyan
toplulukların da Anglo- Amerikan "Haçlı Seferi"nin dışında kaldıkları
açıkça görülmektedir. Ve Asya'nın gelişen büyük güçleri birleşme, yeni
büyük bir Pazar ve güvenlik kalkanı oluşturma çabası içindedirler ve bu
yolda önemli adımlar da atmışlardır... Diğer yandan, yağmacı emperyalist
politikalar sonucu büyümekte olan çevre sorunlarını da kapsamına alan ve
giderek güçlenen "anti- globalist" bir muhalefet özellikle Batı'da
gelişmektedir...
- Küçülen dünya, postmoder faşizm ve gelişen muhalefet üzerine
Şüphesiz ilerleyen teknolojiler dünyayı giderek küçültmektedir ve bu
sürecin alternatifi dar milliyetçi çıkışlar olamazlar ama, küçülen
dünyanın da çok daha adaletli ve demokratik olması gerekmektedir. Bu
ilerleyen teknolojilerden tüm insanlığın yararlanması, bilim ve
teknolojinin ayırımsız tüm insanların refahları ve özgürlükleri için
kullanılabilmesi gereklidir ve zorunludur. Ancak bu yöntemle savaşsız
güvenlikli bir dünya yaratılabilir. Halbuki günümüzde, ilerleyen bilimler,
teknolojiler ve sermaye üzerinde egemenlik kurmuş sınırlı sayıda
uluslarüstü tekelin güdümündeki belli hükümetler, "globalizm" adına
dünyayı postmoder bir faşizmin karanlık kuyusuna çekmektedirler. Açlar,
sayıları sürekli artan yoksullar, kışkırtılan yöresel savaşlar ve göçler
üzerine veriler defalarca yazılmıştır ve bunları tekrarlamaya gerek yoktur
herhalde.
İşte bu karanlık sürece karşı Batı'da giderek büyüyen bir muhalefet
gelişmektedir ve bu muhalefet yoksul ülkelerin genç insanları ile de
ilişki kurmaktadır. Yani, dünyayı postmoder bir faşizme sürüklemekte olan
ve ifadesini W. Bush- Blair politikalarında bulan sınırlı sayıdaki
uluslarüstü tekelin çevresindeki muhalefet çemberi giderek daralmaktadır.
Tekrarlamak gerekirse, bu muhalefet çemberinin halkaları Müslüman
halklardan Latin Amerika'nın yoksul Katolik yığınlarına, bazı Ortodok
halklara, Asyanın büyümekte olan ekonomilerinin yönetimlerine ve Batı'nın
içindeki anti- globalist çevrelere dek uzanmaktadır. Sözkonusu "liberal"
maskeli postmodern faşist odak, bu süreç içinde daha fazla izole olduğunu
hissetmektedir ama, şimdilik en büyük güçünü mevcut muhalefetin
dağınıklığından almaktadır.
Muhalefetin iletişim bozuklukları, bazı kısa vadeli farklı hesaplar, güçlü
bir cephenin henüz oluşamaması ve sonuçta birleşik doğru pratik için doğru
teorik temellerin yoksunluğu, W. Bush- Blair yönetimlerinde yaşam bulan
postmodern faşist odak tarafından kullanılmaktadır. Ve aynı iktidar odağı,
karşısındaki muhalefeti daha da dağıtabilmek, öncelikle puritan Protestan
Hıristiyanlar olmak üzere Hıristiyan toplulukları temelsiz korkuların
yardımıyla peşinde toparlayabilmek için sürekli yeni provokasyonlar,
karanlık amaçlı planlar geliştirmektedir. Sürekli, yeniden ve yeniden bir
"İslam terörizmi" hayaleti üretmeye, canlı tuttuğu bu korku kaynağıyla
gerekli kitle desteğini sağlayarak işlerini götürmeye çalışmaktadır. Halen
ataerkil/ patriyalkal kültürün derin etkileri altındaki az eğitimli ve
kendinden yana öndersiz İslami kitleleri kışkırtarak dikkatleri
emperyalist saldırı ve yağma politikalarından uzaklaştırmak, "İslami
terörizm" yalanı üzerine odaklamak, belirli dönemler için gündemi
emperyalist merkezler yararına değiştirmek şimdilik okadar zor
olmamaktadır.
- Eskiyen yalanlar ve korku kaynaklarının yerine yenileri ve Londra
bombaları
Daha önce anılmış olan Salman Rushdie, İsla korkusu üretme amacına yönelik
olarak kullanılmış ve artık eskimiştir. Usame Bin Laden ve "El Kaide"
efsaneleri de eski popülaritelerini yitirmişler ve artık daha fazla insan
tarafından şüpheyle karşılanır olmuşlardır. Hernekadar Amerikancı anti-
demokratik bir monarşi olan Katar'da, Katar Emiri'nin finansmanı ile
kurulmuş olan ve ABD askeri üssünün birkaç kilometre ötesinden yayın
yaptığı söylenen El Cezire televizyon istasyonunda sık sık Usame Bin Laden
bandları yayınlanıyor olsa da, bunlar artık eski etkilerini
yapamamaktadırlar.
Laden- Bush kayıkçı döğüşü Batı'da da mizah konusu olmaya başlamıştır ve
insanlar atık Laden'i W. Bush politikalarının kurtarıcısı gibi görmeye
başlamışlardır... ABD emperyalizmi, Müslüman halkların yaşamakta olduğu
ülkelere yönelik operasyonlarına sahte "gerekçeler" sağlayacak düşmanını
ve Hıristiyan halklara yönelik korku kaynağını kendi elleriyle
şekillendirip denetimi altın almıştı ama, şüphesiz yaklaşık 1.5 milyar
nüfusa sahip İslam toplumunu ve dünyanın diğer ezilen halklarını ve
Batı'nın ilerici aydın çevrelerini bu şekilde sürekli aldatabilmek
olanaklı değildi.
Tüm bunların ötesinde Müslüman halklar arasında ciddi yığınsal bir anti-
emperyalist tepki ve nefret gelişmektedir ama, bu tepki şimdilik yeterince
bilinçli olmadığı gibi gerçek önderlerinden de yoksundur. Buna karşın,
sözkonusu süreç ABD yönetimimi ile ortaklarını korkutmaktadır. Ve gelişen
tepkinin doğru yatağını bulmasını engellemey yönelik yepyeni
provokasyonlar, kışkırtmalar örgütleyerek "İslam terörizmi" hayaletini ve
buna yönelik korkuları canlı tutmaya çalışmaktadırlar. Bu provokasyonlarla
sağladıkları desteğe dayanarak emperyalist yağma ve yıkım politikalarını
sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Örneğin, 6 Temmuz 2005 günü İskoçya'da başlayan G-8 toplantısı, başta
İskoçya'nın başkenti Edinburg'da olmak üzere Endenozya'dan Hon Kong'a ve
Danimarka'ya dek uzanan birçok ülkede yığınsal protesto gösterileriyle
karşılanmıştır. İnsanlar çevreye duyarlı, adaletli, paylaşımcı, demokratik
bir dünya istemekte ve bu iştemleri yönünde dünyanın zenginlerini
uyarmaktaydırlar... Fakat ertesi gün, 7 Temmuz 2005'de, tam sabah işe
gitme saatinde Londra'nın en merkezi üç metro hattında ve iki katlı bir
otobüste patlayan bombaların şoku tüm bu haklı istemlerin üzerine kara bir
bulut gibi çökecek, geçici de olsa yığınsal muhalefeti parçalayacaktı...
Artık gündemde öne çıkan, kaç masum ingiliz vatandaşının öldüğü,
bombalamaları hangi örgütlerin yaptığı üzerine sorular olacaktı. Bush ve
Blair'in aramakta oldukları fırsat ta bundan başka birşey değildi ve
karanlık bombalama olayı derin şüheleri içerse de ortada gerçeği tam
kanıtlayacak delilleri bulup sunmak kolay iş değildi...
Yükselen muhalefet karşısında ayakta zor duran Bush- Blair ikilisine yeni
bir kan verilmişti. Patlayan bombalar, W. Bush'un ve Blair'in omuzlarında
duran ağır suçların ve sorumlulukların yükünü bir süre için silip atmıştı.
Irak'ta ve Afganistan'da yaşanmakta olanlar, delinen atmosfer, kirlikle
birlikte artan ısıyla eriyen buzullar, gelmekte olan doğal felaketler,
yokolan nesiller, kirlenen sular, azalan tarım alanları ve yaşam
kaynakları ve diğer tüm sorunlar unutulup girmişti...
Bombaların hemen ardından yüzüne yapıştırdığı eğreti üzüntü maskesi ile
kameraların karşısına geçen W. Bush, daha iki gün önce Afrika'daki
açlığın, Aids'in, yoksulluğun ve dünyamızı ağır baskısı altına almış olan
çevre sorunlarının kendisini ilgilendirmediğini açıklamış olduğunu
"unutarak", "Biz burada dünyanın açlık, yoksulluk, Aids ve çevre
sorunlarını çözmeye çalışıyoruz, onlarsa bakın neler yapıyorlar!", diye
"sureti haktan gözükme" rolünü rahatca oynayacaktır. Artık "terörizme
karşı savaş" gerekçesiyle enerji kaynaklarının ve yollarının işgali
eylemini eskisi gibi tam gaz sürebilecek olmasının sevincini
yaşamaktaydı...
Ve masum kişilere yönelik sürek avları, Müslümanların ibadet yerlerine
saldırılar, Müslüman halktan kişilere yönelik linçler arasında G-8
toplantısı "Kyoto Protokolü" üzerine anlaşma yapılamadan kapanırken, Bush,
"Kyoto Protokolü döneminin sona erdirilmesi gerektiğini" bildirerek ABD'ye
uçacaktı... "Londra bombaları" sayesinde G-8 toplantısı öncelikle W. Bush
ve Blair için mutlu sonla kapanırken, suç Müslümanların omuzlarına kolayca
yüklenecek ve sözkonusu ikili Batı'da kaybetmeye başladıkları desteği
yeniden bir ölçüde kazanacaklardır...
Bombaların yardımıyla morali yükselen Blair, halkı sözde sakin olmaya
cağırırken, tüm müslümanların "terörist" olmadıklarını ilanetmeyi de
unutmayacaktı. Bunu söylerken, "terörist Müslümanlar da var ve biz bu
kötülere karşı savaşıp dünyayı kurtarıyoruz" demeye getirmekteydi. İşine
geldiği biçimde değiştirdiği "terörist" tanımı ile Müslüman halkları
bölmeye çalışmaktaydı. Ve şüphesiz İngiliz askerlerinin Irak'ta
bulunmalarını ve bunların tüm cinayetlerini haklı gösterme çabası
içindeydi. (Daha geniş bilgi için bak www.sinbad.nu/ : Yusuf Küpeli,
Londra'da patlayan bombalar, hem "bağcıyı dövüp" hem de "üzümü yiyenler",
yalanlar ve "evlere şenlik" yorumlar )
- Müslüman halkların ve liderlerinin görmeleri gereken farklılıklar,
Avrasya'nın önemi ve ABD yönetiminin kabusu üzerine
Aslında, mali- sermaye çevrelerinin bütünleşmiş olması ile bağlantılı
olarak ABD yönetimi ile kara Avrupası'nın büyük devletleri veya AB'nin
itici gücü konumunda olan devletlerin yönetimleri arasında uzlaşmaz
çelişkiler bulunmamaktadır ama, yine de Avrupa'da farklı arayışlar,
ABD'den daha özgür politikalar üretme çabaları vardır. Buna, pastanın
paylaşılması konusundaki yeni arayışlar da eklenebilir... Avrupa'da,
ABD'de bulunmayan değişik renklerde sol partiler vardır ve Avrupa halkları
relatif daha aydındırlar. Avrupa toplumları en eski sömürgeci devletlerin
halkları oldukları için, biryandan içlerinde ırkçı güçleri
barındırırlarken, diğer yandan dünya politikaları ile daha ilgili ve
emperyalist saldırganlıklara karşı daha hassas kitlelere sahiptirler.
Çünkü, ABD toplumunun tersine Avrupa halkları I. Dünya Savaşı'nın ve II.
Dünya Savaşı'nın acılarını en ağır biçimde yaşamış deneyimli toplumlardır.
Halkların bu konumları da mutlaka Avrupa yönetimlerini etkileyecektir ve
zaten etkilemektedir de... Örneğin, İspanya'da olan biçimde bir iktidar
değişikliğini ABD'de düşünmek olası değildir. Ve yine Fransa ve İtalya'da
bulunan sol partiler ve bunların dünyaya bakış biçimleri ABD gerçeğinden
çok uzaktır...
Bu gerçeğin dünya politikasındaki somut yansımaları, Irak'ın işgali
sırasında W. Bush ekibinin Batı Avrupa'da istediği desteği bulamamış
olmasında ve bunun ötesinde karşılaştığı hükümetler ve halk düzeyinde
muhalefet ile kendisini göstermiştir. Benzer olaylar Balkan
politikalarında, Kafkaslar'da, İran'a ve bütünüyle değişik Asya
devletlerine yönelik politikalarda da yansımaktadır.
Dünya'da gerilimin azalması, ABD ölçüsünde militarize olmamış zengin
Avrupa ekonomilerinin barışçı bir ortamda ve daha paylaşımcı ilişkilerle
Atlantik'ten Pasifik'e dek zengin dev bir pazarın kuruluşuna katkı
yapmalarına olanak sağlayabilir. Ve bu süreç dünyada mevcut güç merkezinin
Kuzey Amerika'dan -yaklaşık 30ncu paralelin kuzeyindeki tüm Avrupa ve Asya
kıtalarını içine alan- Avrasya'ya kaymasına neden olacaktır. Coğrafi
olarak en doğu ucu Çin'in büyük tarihi Shanghai (Şanghay) limanına uzanan,
güney sınırları yine Çin'in büyük Yangtze Nehri ve batıya doğru Himalaya
sinsilesi ve İran'da Zagros sinsilesi ile çizilen, Anadolu'yu, Arab
yarımadasının kuzeyini ve Kuzey Afrika'nın bir bölümünü içine alan bu dev
kara parçası, ortak bir bitki örtüsüne, ortak hayvan türlerine sahip
olduğu kadar, özellikle Asya parçasında Şamanizm ile somutlanan ortak bir
kültüre de sahiptir. Dev Avrasya kıtası coğrafi olarak böyle olmakla
birlikte, politik olarak tüm Hindiçini'yi, Hindistan'ı, Arab Yarımadasını
ve Kuzey Afrika'yı içine almaktadır. Ve bu dev kara parçası, özellikle bu
kara parçasının doğusu, dünyada henüz tüketilmemiş en büyük zenginlikleri
ve enerji kaynaklarını içinde barındırmaktadır. Zaten aynı nedenlerle ABD
yönetimlerinin kendisi için çizmeye çalıştığı askeri ve politik egemenlik
alanları da bu sınırları içine almaktadır...
Dünya'da, özellikle dünyanın Avrasya parçasında gerilimin azalması ve
Avrasya'nın batısı olan Avrupa ile doğusu olan Asya arasında işbirliğinin
gelişmesi, giderek ortak dev bir pazarın şekillenmesi demek, ekonomisi
alabildiğine militarize olmuş ve çok büyük ölçüde petrole bağımlı olan
ABD'nin Avrupa'yı terkederek kabuğuna çekilmesi ve alternatif enerji
kaynaklarına sahibolamadığı ölçüde eski zengin yaşam tarzını yitirerek
boyutları hesaplanamayacak ölçüde korkunç iç çatışmalara sürüklenmesi
anlamına gelecektir...
Genellikle ifade edilen gerçek, enerji kaynaklarını, petrolü ve doğal gazı
kontrol edebilen bir ABD'nin Avrupa, Çin, Japon ekonomileri üzerinde
denetim sahibi olabileceği ve üstünlüğünü sürdüreceği üzerinedir. Bu doğru
olmakla birlikte, burada unutulan çok daha önemli bir başka gerçek daha
vardır... ABD ekonomisi ve yaşam tarzı o ölçüde petrole bağımlıdır ki,
alternatif enerjiler üretemeden petrolü yitirecek olan ABD, ünlü Amerikan
yazarı Jack London'un (1876- 1916) tek bilim kurgu romanı olan Demir
Ökçe'de (1908) tarif edileni bile kat kat aşan korkunç bir iç çatışmaya
sürüklenecektir. ABD toplumuna egemen şiddet kültürü, Jack London'a kanlı
bir devrim ve karşıdevrim sürecini düşletmiştir ama, ABD'de ve etki
alanlarında Jack London'un tasvirlerinden çok tehlikeli bir kaos
yaşanacaktır... Ve ayrıca ABD, 200 yıldır sömürmekte olduğu kendi
kıtasının güneyindeki halklardan da büyük bir tokat yiyecektir.
Kısacası, ABD'nin mevcut fosil enerji kaynaklarını ve yollarını denetleme
çabası, özünde varlık ve yokluk sorunuyla bağımlıdır. ABD'yi yönetenler
çılgın ahmaklar değillerdir ama, elleri mahkumdur; mevcut yaşam tarzları
onları bu çılgın serüvene doğru itmektedir. ABD yönetimleri korkunç
tehlikeli bir serüvene sürüklenirlerken, tüm Avrupa'yı ve diğer halkları
da peşlerinden aynı anafora çekmeye çalışmaktadırlar.
- Yaşam tarzını koruyarak varlığını garanti almaya çalışan ABD'nin Batı'ya
yönelik entrikaları ve psikoljik savaşın yeni malzemesi İslam
ABD yönetimleri, ABD'nin mevcut yaşam tarzlarını sürdürebilmek için,
Avrupa'da kalmaya, Kafkaslar'a yerleşmeye, Irak'ta daha onlarca yıl
kalmaya, Orta Asya'ya egemen olmaya ve arada kendileri için problem
yaratan İran'ı yıkmaya çalışmaktadırlar. Aynı amaca yönelik olarak, -Saddam
Hüseyin yönetiminin şaşkınlığından ve Balkanlar'da kışkırtılan kargaşadan
yararlanarak- NATO'nun varlığını koruyup üye sayısını arttırmışlar ve
görev alanını genişletmişlerdir. Yine bu serüvenin bir parçası olarak
askeri üslerini Batı Avrupa'dan Balkanlar'a ve Doğu Avrupa'ya doğru doğru
kaydırarak, bu coğrafyalarda yeni askeri üsler kurarak sade Rusya
Federasyonu'nu çembere almamakla kalmamışlar, asıl olarak Avrasya'nın
batısı ile doğusu arasına yeni bir "demir perde" gererek ABD'nin "pabucunu
dama atacak" yepyeni barışçı dev bir pazarın kurulmasını engellemeye
çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. En ileri sivil endüstriye sahip Batı
Avrupa'ya yönelik ABD kontrolunun eksiksiz sürebilmesi için, Avrupa
yönetimlerini ve halklarını sürekli korkutacak, onları ABD askeri
şemsiyesi altında kalmaya zorlayacak yeni provokasyonlar üretmeye
başlamışlardır.
Bu yoğun ve iyi planlanmış psikolojik savaşın temel malzemesi ise,
dağınık, sağlıklı önderliklerden yoksun, entellektüel olarak relatif geri,
ataerkil/ patriyalkal kültürlerin derin etkisi altında olan ve enerji
kaynakları üzerinde yaşayan Müslüman halklar olmaktadır. ABD savaş
makinesi, özellikle Batı Avrupa halklarının bilinçlerine yönelik olarak,
"çirkin, vahşi, ilkel, kana susamış" bir İslam halkları resmini ve "İslam
terörizmi" hayaletini sürekli canlı tutmaya çalışmaktadır. Bu psikolojik
savaş, ABD'nin Avrupa'yı elde tutma politikasının koparılamaz bir
parçasıdır. Ve Avrupa kıtası içinde bu konuda ABD'nin birtakım güçlü
işbirlikçileri vardır ve bunlar da Avrupa'nın sağcı güçleridir asıl
olarak...
Kısacası, "İslam" imzalı provokasyonların, yığınlardan kopuk ve sivillere
zarar veren şiddet eylemlerinin asıl hedefi, doğrudan İslam toplumları
değil, öncelikle Batı Avrupa halklarının ve ABD'nin kendi halkının
bilinçleridir...
Nazi Partisi'nin, Hitler'in asıl hedefi de Yahudi cemaatı değil, Avrasya
kıtası üzerinde egemenlik kurmak ve ırkçı ideolojinin harcıyla inşaedilmiş
"bin yıllık devlet"i şekillendirmekti. Hitler'in asıl hedefi, kendi halkı,
diğer Avrupa halkları ve doğusundaki halklardı. Bunların birkısmını
etrafında birleştirebilmesi, diğerlerini ise esaret altına alabilmesi
için, bilinçler üzerinde egemenlik kurabilmesi gerekmekteydi. Alman
halklara "üstün" oldukları, "yönetici" oldukları yalanını pompalarken, bir
de korku kaynağına gereksinimi vardı. Bir korku ve nefret kaynağı
olmalıydıki, "kendi üstünlüklerine" inandırılmış yığınlar Nazist yalanın
peşinden kolayca sürüklensinler. Ve bu korku kaynağı da zamanın
koşullarında Yahudi cemaati olarak seçildi. Çünkü zaten yaklaşık 2 000
yıldır Avrupa'da varlığını sürdüren bir anti- semitizm vardı... Yoksa
Yahudiler, Almanlara ve diğer "ari" katagorisi içine sokulan Avrupa
toplumlarına bir zarar verebilecek, tehdit oluşturabilecek konumda ve
güçte değillerdi. Onlar sadece psikolojik savaşta kullanılan malzemeler,
"korku" kaynağı olarak seçilmiş kurbanlardı...
Sayıca Yahudilerle kıyaslanamayacak kadar fazla olmalarına, nüfusları 1.5
milyar civarında olmasına ve 50'yi aşkın devletleri de bulunmasına karşın,
İslam toplumları da özünde ne Avrupa'ya ve ne de ABD'ye ciddi bir zarar
verebilecek konuma, donanıma ve güce sahiptirler. Bunların yönetimlerinin
hemen hemen hepsi zaten ABD yanlısıdırlar... Kalanları da, saldırıya
uğramasalar, Batı ile hertürlü işbirliğine açıktırlar...
Daha önce belirtmiş olduğum gibi İslam toplumları içinde çok güçlü anti-
Amerikan ve anti- emperyalist duygular gelişmektedir ama, bunların Batı'ya
yönelik aktüel bir tehdit oluşturabilmeleri için yeterli donanımları
kesinlikle yoktur. İslam toplumlarında halklarına sağdık çağdaş güçlü
önderlikler, yeterli ölçüde modern örgütlenmeler, yeterli bilimsel-
teknolojik donanımlar bulunmadığı gibi, bu toplumların kendi aralarında
güçlü bir işbirliği mevcut değildir. Akla ve bilime dayanan disiplinli ve
ciddi bir güçleri yoktur. Tam tersine, kişisel kazanç ve mevki peşindeki
İslam taciri birtakım politik önderlerinin, cemaat reislerinin, ikili ve
hatta çok daha fazla yönlü oynayan şeyhlerinin ellerinde hertürlü ucuz
kışkırtmaya açık olarak ahmakça eylemlere sürüklenmeye ve ABD
yönetimlerinin istediği gibi sadece Batı toplumlarını korkutmaya yarayacak
ahmakça ve çılgınca işlere girmeye hazırdırlar. Bunların önemli kısmı,
eski feodal kültüre özgü "Kâr olmasın, nam olsun!" özdeyişine uygun olarak
saman alevi gibi parlayıp sönerlerken, yaptıkları işlerin zararlı namı
kendilerine, kazancı da ABD yönetimlerine kalmaktadır...
Yukarıda özetlenen konumları nedeniyle, Müslüman sayısının çokluğuna
bakılmadan, bu halklar ABD yönetimi tarafından kurban olarak
seçilmişlerdir ve Batı'nın Hıristiyan veya dinden kopmuş Hıristiyan
kökenli toplumlarının korkularını canlı tutma amacıyla sürekli
kışkırtılmaktadırlar. Hitler'in Yahudi politikasının çok daha karmaşığı
ABD yönetimi tarafından "İslam" malzemesi ile oynanmaya çalışılmaktadır ve
bu politika şimdiye dek oldukça başarılı biçimde sahnelenebilmiştir.
Sadece 12- 13 milyon kadar olan tüm Yahudi nüfusuna karşın 1.5 milyar
kadar Müslümanla oynamak, bunları psikolojik savaşın kurbanları olarak
kullanmaya çalışmak bir anlama ateşle de oynamaktır ama, İslam
toplumlarının çağdaş anlamda bilinçsizlikleri, dağınıklıkları, değişik
kademelerden önderlerinin satılmışlıkları dikkate alındığı zaman, bu oyun
halen geçerli olabilmektedir. Şüphesiz tüm bunlara karşın İslam ve Batı
toplumlarına yönelik karanlık konspirasyonların da bir limiti, sınırı
vardır, olacaktır...
- Batı toplumlarının bilinçlerine yönelik konspirasyonun bir parçası
olarak yanan Paris ve Peygamber Muhammed karikatürleri
Yukarıda özetlenen perspektiften bakıldığı zaman, Paris'de ve diğer bazı
büyük Avrupa kentlerinde 2005 Eylül ayı boyunca çıkartılan yangınların ve
yine 20 Eylül 2005 günü Jyllands-Posten adlı Danimarka'nın en büyük sağcı
günlük gazetesinde yayınlanan Peygamber Muhammed karikatürlerinin
nedenlerini anlamak okadar zor olmayacaktır... Şüphesiz, ne araba yakan
ezilip horlanmış Müslüman kökenli genç yığınların ve ne de sözkonusu 12
karikatürü çizenlerin bizzat ajan olmalarına olanak ve gerekte yoktur ama,
bunları ikinci elden kışkırtan, kaba tabirle dolduruşa getiren, veya hatta
bazılarını değişik yöntemlerle satınalarak kullanan birilerinin
bulunduğunu düşünmek sonderece anlaşılabilir bir doğrudur...
W. Bush ve Blair'i sevindiren Londra bombalamalarının etkisi dağılırken,
Paris'in -çoğunluğu Kuzey Afrika kökenli Müslümanlardan oluşan- yoksul
göçmen yığınlarıyla dolu banliyöleri yanmaya başlamıştır. Somut politik
bir hedefi, amacı olmayan ve "İslam" korkusunu yaygınlaştırarak Avrupa'nın
sağcı güçlerine ve ABD'nin Avrupa'ya yönelik yukarıda özetlenmiş
politikalarına taze kan taşıyan bu eylemler saman alevi gibi sönerleken,
Jyllands-Posten adlı sağcı gazete de Peygamber Muhammed'i "terörist"
olarak tasvireden ve aşağılayan karikatürler yayınlanmıştır. Metnin
başlangıcında da belirtilmiş olduğu gibi, görünüşte aşağılanan Peygamber
Muhammed olmasına karşın, peygamberin sembolik önemi nedeniyle özünde
saldırı 1.5 milyar Müslümana yönelmiş, onlar aşağılanıp,
kışkırtılmışlardır...
Olay önce istenen yankıyı yaratamamıştır ama, sözde "ifade özgürlüğü"
adına aynı karikatürler tekrar tekrar Alman, Norveç ve Fransız basınında
da yeralıca, içinde olduğumuz 2006 Şubat başında istenen patlama
gerçekleşmiştir.
Ahmakça yakılan elçiliklerle ve bazı karanlık din adamlarının sadece ve
sadece kendi nüfuzlarını koruma amacına yönelik olarak sözkonusu
karikatüristler hakkında verdikleri ölüm fetvaları ile istenilen amaca
ulaşılmıştır... Ezilen, sömürülen, ağır baskılar altında olan,
Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de katledilen Müslüman halkların
sorunları gündemden düşürülüp, "saldırgan" ve "tehlikeli" bir Müslüman
resmi Batı toplumlarının önüne konuvermiştir. Haksız, sömürücü, saldırgan
ve zalim olanlar dünyanın "masumları" gibi gösterilirken, ezilen,
sömürülen, haklı olan mazlumlar ise "zalim" görünümünde reklam
edilmişlerdir. Ve bu çarpıltılmış resmin üzerine inşaedilmiş "demokrasi"
ve "ifade özgürlüğü" nutukları ahlaksızca atılmaya başlanmıştır... Bir
milyar açın, günde iki Dolar gelirle ve daha düşüğüyle yaşamaya çalışan
iki milyar kadar insanın, Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de ve diğer
coğrafyalarda varlıkları yağmalanıp vahşice katledilen insanların "yaşam
hakları" olduğu ise rahatça unutturulmuştur. Bunlar, "demokrasi" ve "ifade
özgürlüğü" savunucuları tarafından ağıza bile alınmamıştır.
Peygamber Muhammed kışkırtmasının gerisinde duranlar, sözkonusu büyük
Müslüman kitlesini gerçek anlamıyla ciddiye alsalar, tehdit olarak
görseler, böyle bir yönteme başvurmazlardı şühesiz. Yalnız, yazının tüm
akışı boyunca açıklandığı gibi, kurban olarak seçilmiş Müslüman
toplulukları kışkırtıp ateşleyerek, Avrupa toplumlarındaki İslam korkusunu
ve İslam'a yönelik olarak yaratılan nefreti canlı tutmaya çalışmaktaydılar
sadece...
Afganistan'da, Irak'ta ve Filistinde yaşanmakta olanlarla sinirleri iyice
gerilmiş olan Müslüman halkları kışkırtmak hiç te zor olmamıştır ve
olmamaktadır ama, sözkonusu kışkırtmanın Müslüman topluluklar içinde
yarattığı bazı bilinçsiz ve yanlış tepkiler, kışkırtıcılar tarafından
rahatça propoganda malzemesi yapılabilmektedir. "İfade özgürlüğü" adına
sözkonusu kışkırtıcı karikatürleri savunanlar, dikkatle ve özenle Irak'ta,
Filistin'de, Afganistan'da ve diğer başka bazı coğrafyalarda yaşananları
görmezden gelmekte, Müslüman yığınların tepkilerinin gerisinde bu
olaylarında yatmakta olduğunu gizlemektedirler. Müslüman halkların
tepkilerini sadece "ifade özgürlüğüne" yönelik imiş gibi göstererek olayı
yansıtmaya çalışmaktadırlar... Kışkırtmanın gerisinde duran ve bundan
yarar uman güç, yazının akışı boyunca açıklandığı gibi, henüz tehlikesiz
bulduğu İslam toplumları ile Avrupa'nın Hıristiyan yığınları arasına kama
sokarak, yapay bir Hıristiyan- İslam çelişkisi yaratarak, Avrupa'da ki
varlığını korumaya ve böylece enerji kaynakları ve yolları üzerindeki
egemenlik çabalarını sürdürmeye çalışmaktadır...
Şüphesiz konspirasyondan, kötü amaçlı karanlık planlardan sözetmek
kolaydır ama, böyle bir dünyada bunları yazılı ve imzalı belgeleriyle
ortaya koyabilmek okadar kolay değildir. Ancak olaylara bulaşmış
servislerde çalışanlardan bazıları yaptıkları işlerden pişmanlık duyarlar
veya paniğe kapılırlarsa, olayların gerçek yüzlerini anlamak
kolaylaşabilir. Fakat bunlar olmadan da, doğan sonuçlara bakarak bu
işlerin kimler tarafından ve ne amaçla tezgahlandığını anlayabilmek
politik bilinç sahibi kişiler için okadar zor değildir. Son anılan
Peygamber Muhammed ile ilgili karikatür olayında ulaşılmak istenen amacı
anlamak okadar zor olmasa da, ortaya yazılı- imzalı belge koymak pek kolay
değildir şüphesiz. Buna karşın, yakında başlatılacak ve İsveç'in yarısını
içine alacak olan büyük bir günlük gazete de şef redaktör olarak işe
başlayacak olan 25 yıllık deneyimli bir İsveçli gazeteci arkadaşımın
anlattığına göre, peygamber Muhammed'i "terörist" olarak gösteren
sözkonusu karikatürler aslında ısmarlamadır. Ve anımsanırsa, yazının
başlangıcında, Salman Rushdie'nin "Şeytan Ayetleri" adlı romanının da
muhtemelen ısmarlama olduğunu yazmıştım...
- Nedenleri ve sonuçlarıyla ısmarlanan Peygamber Muhammed karikatürleri
Pek basın organlarına yansımamış olan, ikili sohbetlerde sözü edilen ve
kaynağı da tam bilinemeyen habere göre, birileri önce, çocuk kitapları
basan bir yayınevinden Peygamber Muhammed'i "terörist" olarak gösteren
resimlerle dolu kitaplar yayınlamasını istemişler. Şüphesiz dolgun bir
karşılığı olan iş, yayınevi tarafından reddedilmiş. Bunun üzerine
sözkonusu karikatüristler bulunmuşlar ve onlara bilinen bu çizimler
yaptırılmış. Çizimlerin sonuçları, karikatürlerin ısmarlama oldukları ile
ilgili anlatımın mantığa uygun gelmektedir ve kaynağın gizliliği ise korku
ile bağlantılıdır şüphesiz...
Karikatürleri ısmarlayan kişilerin kimliği açıkça belli olmasa da, bu işin
gerisinde bizzat Danimarka'nın sağcı ve Amerikancı başbakanı Rasmussen
olduğu söylenmektedir. Rasmussen, ABD'nin peşinde Irak'a asker yollamış
olan tek kuzey ülkesi başbakanıdır ve dolayısıyla ABD'nin Avrupa'daki
gücünü aynızamanda kendi iktidar nedeni olarakta görüyor olmalıdır. Ve
şüphesiz sözkonusu karükatür provokasyonunda Rasmussen'in gerisinde duran
güçte ABD'de egemen iktidar odağından başkası değildir. Kısacası,
senaryonun ortak yazılıp sahnelendiğini söylemek okadar yanlış
olmayacaktır.
Söylendiğine göre, karikatür provakosyonunun sonuçları, Rasmussen'in
Danimarka'da erezyona uğramış olan oylarına yeni bir kan vermiştir. Bu
provokasyon sayesinde Rasmussen'in iktidarını koruyabileceği
söylenmektedir. Ve zaten aynı nedenle Rasmussen, oy yitirme kaygularıyla,
kendisine yeniden iktidar olma şansı veren provokasyondan geriye adım
atarak özür dilememektedir... Karikatürler istenen etkiyi yarattıktan,
Avrupa halklarının gözünde "tehlikeli" ve "özgürlük düşmanı" İslam resmi
yeniden canlandırıldıktan sonra, ABD yönetiminin usulen ve İslam taciri
kendinden yana yönetimlere kan aşılama amacıyla karikatüristleri kınaması,
bilinen ikiyüzlü küçük bir oyundan başka birşey değildir.
Sözkonusu provokasyonun üzerine inşaedilen Müslüman halklara yönelik yalan
ve karalama kampanyaları halen tüm hızıyla sürmektedir... Yakılan
elçilikler, idam fetvaları, doğal olarak İskandinavya yönetimleri
tarafından kabuledilemez görülüp şiddetle kınanırlarken, "ifade
özgürlüğüne karşı İslam" resmi kafalara iyice kazınmaktadır. Bu bilinçli
biçimde abartılarak yansıtılan resim, mevcut gerçeğin sadece bir yanıdır.
Bu yanın abartılarak yansıtılması, Batı'nın yönetimlerinin işine
gelmektedir... Avrupa halklarının Irak'ın işgaline ve Filistin halkına
karşı işlenen cinayetlere duymakta olduğu şiddetli tepkiler sözkonusu
propoganda ile törpülenerek bastırılmaktadır. Rasmussen'in Irak'a asker
yollamış olması ve Irak'ta işlenen cinayetler karikatür gürültüsünün
gölgesinde kalmaktadır. İsveç'in İsveç yasalarına aykırı olarak savaş
halindeki ABD'ye sürekli silah ve silah teknolojileri satması, İngiliz
askerlerini Irak'a taşımış olan İsveç gemilerinin bu kanlı saldırıdan
yüzmilyonlarca dolar kazanmış olmaları ve yine sekiz yıl süren İran- Irak
savaşı boyunca İsveç yasalarına aykırı olarak tarafların ikisine de
Singapur üzerinden İsveç silahlarının satılmış olmaları gibi suçlar
kolayca hasır altı edilebilmektedir...
- Ahmakça tehlikeli tepkiler ve Müslüman halkların gereksinim duydukları
mücadele yöntemleri
Müslüman toplumlarının tepkilerine ve bunu yığınsal olarak ifade
etmelerine haksever insanların bir itirazları olamaz. Bu halklar tepki
göstermekte tamamen haklıdırlar ama, bu tepkinin düzenli, gözü, kulağı,
insan bilincini doyuracak biçimde olması gerekir. Ancak akıllı, düzenli,
yığınsal tepkilerle diğer insanlar, Batı'da ve dünyanın diğer köşelerinde
yaşamakta olan haksever Hıristiyan yığınlar ve diğer inançlardan insanlar
kazanılabilirler. Ve Müslüman halkların buna şiddetle gereksinimleri de
vardır... Kuru gürültü kulağı tırmalar, insanları rahatsız eder ve bunu
çıkartanları cezalandırma duygusu verir. Seslerin bir düzene sokulmuş
olanı, bir konusu olanı, bir öykü anlatır olanı, kısaca müziğin iyisi, haz
veya üzüntü vererek insanları duygulandırır, sevindirir, dinlendirir,
düşündürtür. Müslüman halklar tepkilerini bu ikincisine benzer biçimde
düzenli olarak ve akıllıca göstermek zorundadırlar. Mevcut tepkilerin
duygusal nedenleri anlaşılabilir olsada, korumasız elçilikleri yakmak,
bir- iki kukla hakkında idam fetvaları vermek, başlangıcında sonderece
hoşgörülü olan ve bu hoşgörüsüyle hızla yayılabilen, değişik bilimlerden
edebiyata dek her alanda Avrupa rönesansınsa/ yeniden doğuşuna kaynaklık
etmiş olan İslam inancının tarihine ve ahlaki özüne aykırı olduğu kadar,
tüm ahlaki ölçülerin de dışına çıkmaktır. Ve ayrıca bu, sonderece ahmakça
bir tavırdır...
Bu ahlakdışı ve ahmakça tepkiler, aklıbaşında herkesin anlayacağı gibi,
ABD emperyalizminin ve Avrupa kıtasındaki ortaklarının işlerine yarar.
Diğer yandan, İslam dünyası içinde tepkilerin bu yanlış biçimlerle ifade
edilmesine neden olanlarda, sadece ve sadece kendi kişisel iktidarlarını
ve yararlarını düşünen birtakım ikiyüzlü politik önderler ve benzer
yapıdaki dini liderlerdir. İslam dünyası içinde sözügeçen birilerinin
çıkıpta, karikatüristler için idam fetvası veren karanlık tiplere, "Siz
İslam inancına saygılı iseniz ve İslam toplumlarının yücelmelerini
gerçekten istiyorsanız, bir- iki zavallı sıradan kuklanın peşinde
koşacağınıza, önce kendi toplumlarınızı gerilikten ve emperyalist
baskılardan kurtarmak ve politik gerçekleri doğru açıklamak için çaba
gösterin!", diyebilmelidir. Bu yanlış tepkileri kışkırtanların birçoğu
veya bunların benzerleri daha düne dek ABD emperyalizmi tarafından
beslenmişler, silahlandırılmışlar ve kullanılmışlardır. Halen de dünyanın
birçok köşesinde kullanılmaktadırlar. Elçilik yakmak, idam fetvası vermek
veya birkaç Batı merkezini bombalamak, Müslüman halkları sömürü ve esaret
zincirlerinden kurtaramaz ama, düşmanlarının gücüne güç katar. İslam
toplumlarının herşeyden önce kendi kendilerinden kurtulabilmeleri,
özgürlüklerinin ve refahlarının yolunu açacaktır...
Bu kendinden kurtulmanın ilk şartı, İslam toplumlarını halen ağırlıklı
olarak pençelerinde tutan ataerkil/ patriyalkal kültürlerinden
olabildiğince hızla arınmayı içermektedir. Bu toplumlar bilimin ve tekniği
kişileri ve toplumları yücelten gücüne sarılarak ve kadınlarını
özgürlüklerine hızla kavuşturarak iki ayakları üzerinde de durmasını
öğrenmek zorundadırlar öncelikle. Ve bu reformları gerçekleştirebilmek
için de, mevcut geriliğin üzerine oturtarak varlıklarını ve iktidarlarını
korumaya çalışan; sözde "İslam"ı, özde ise mevcut gerilikle birlikte kendi
yararlarını savunma çabası içinde idam fetvaları veren ve kapalı kapılar
ardında da ABD emperyalizmi ile işbirliği yapan kafaların kopartılması
gerekmektedir. Müslüman ülkelerin çağdaş anlamda laik yönetimlere
kavuşması gerekmektedir. Ve zaten ABD yönetimlerinin istemediği de budur
ve aynı nedenle "ılımlı İslam" veya farklı İslami yönetimler Türkiye gibi
ülkeler dahil halkı Müslüman ülkelere tavsiye edilmekte, İslam inancı
biryandan öcü gibi gösterilirken, diğer yandan şeriatçı İslami
örgütlenmeler aynı Batılı merkezler tarafından desteklenip beslenmektedir.
Kıssadan hisse çıkartmak gerekirse... ABD'nin II. Dünya Savaşı boyunca
değişik coğrafyalarda kullanmış olduğu tüm bombalardan çok daha fazlası
küçük Vietnam halkının kafasına ABD emperyalizmi tarafından
yağdırılmıştır. Bu gerçeğe karşın, küçük Vietnam halkı yine de ABD
emperyalizmine karşı gözkamaştırıcı bir zafer kazanabilmiştir. Zafer
öncelikle Vietnam halkının çağdaş bilimsel sosyalist bir yönetimin
disiplini içinde olağanüstü bir gayret göstermesine bağlı olsa da; zamanın
Sovyetler Birliği'nin ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin paha biçilemez
destekleri Vietnam halkının zaferine büyük katkılar yapmış olsa da,
sözkonusu eşsiz başarı için sadece bunlar yeterli olmamıştır...
ABD askerlerinin "kanlı kızıllara" karşı savaşmakta olduğu, "komünizm
tehlikesini durdurmak amacıyla Vietnam'da oldukları" yalanları, ABD'nin
sonderece güçlü propoganda aygıtı tarafından sürekli işlenmiştir. Tüm
gerçekler günümüzde olduğu gibi tersyüz edilerek dünyaya
yansıtılmışlardır. ABD'nin sivil halka karşı cinayetleri gizlenmeye
çalışılmıştır. Tüm bu güçlü yalan kampanyalarına karşın, Vietnam halkı,
Batı toplumlarına, Batı'nın haksever sıradan emekçi insanlarına,
gençliğine kendisini anlatabilmiş, onları da saflarına kazanabilmiştir...
Vietnam yönetimi, Batı'da yaşayan tek bir sağcı ve kendi aleyhtarı
hakkında idam hükmü vermemiş, herhangi bir batı kentinde tek mermi
sıkmamış, tek bomba patlatmamıştır. Çünkü onlar, bu tip işlerin
mücadelelerine zarar vereceğini, Batı toplumlarını saldırgan güçlerin
peşinde birleştireceğini bilecek kadar akıllı ve bilgili idiler... Vietnam
Ulusal Kurtuluş Ordusu ABD elçiliğini basmıştır ama, bu, Hanoi'de (şimdiki
Ho Chi Minh Kenti) bulunan ve ülkeye yönelik ABD saldırısının (1955- 75)
merkez karargahı konumunda olan, sonderece sembolik önem taşıyan bir hedef
olduğu için seçilmiştir. Yani burası sıradan normal bir elçilik değildi...
Batı'da bulunan Vietnam temsilcileri ve Batı'nın konferanslarına katılan
Vietnam temsilcileri, bunların hepsi, halklarının olağanüstü kahramanca
mücadelerine karşın "kahraman" rolünde yüksek perdeden konuşmamışlar,
sonderece mütevazi bir üslupla gerçeklerini anlatmaya çalışmışlar,
kendilerine daha fazla müttefikler aramışlardır. Aynızamanda Batı'nın
ilerici insanlarının, sıradan emekçilerinin, gençlerinin kalbini
kazanarak, onları saflarına çekmesini bilerek, ABD'de ve diğer emperyalist
merkezlerde çok güçlü bir savaş aleyhtarı akımın doğmasına olanak
sağlayarak zaferi kazanmıştır Vietnam halkı. Ve ezilen, baskı altında olan
Müslüman halkların aynı desteğe olmazsa olmaz gereksinimleri vardır.
Deneyimli ABD emperyalizmi, entrikaları ile işte bu olanaklı desteği
engellemeye, bunu engellemek için de yapay bir Hıristiyan- Müslüman
çelişkisi yaratmaya çalışmaktadır.
Evet günümüzde artık güçlü bir Sovyetler birliği yoktur ama, Asya'da
birleşme peşinde olan yeni güçler doğmaktadır. Avrupa bir bütün olarak
ABD'nin peşinde değildir. Ve Müslüman halklar da kuru gürültü ile değil,
kuru İslami sloganlar ve anlamsız Hıristiyan düşmanlığı ile değil, çağdaş
laik yaşam tarzına uyum sağlayarak, kadınları ile birlikte iki ayakları
üzerinde durmayı başararak, bilim ve teknikle donanmaya çalışarak,
Batı'nın ve Asya'nın halkları arasında ittifaklar arayarak ve bu
ittifakları kurarak özgürlüklerini yakalayabileceklerdir... İslam
toplumlarının böyle bir sürece uygun yeni laik liderlere, kendilerini
aydınlatacak mücadeleci gerçek aydınlara ve aydınlatıcı gerçek sosyalist
güçlere gereksinimleri vardır kanımca.
8 Şubat 2006
Yusuf Küpeli
http://www.sinbad.nu/
|
ismetbaytak@hotmail.com
ismetbaytak@kuzeyege.net
bergamaturkey@yahoo.com
kuzeyege@yaoo.com
|