|
Batının İran'a Karşı İttifakı - Abu Şehmuz Demir
22 Ocak 2006 - Abu Şehmuz Demir
AB'nin üçlüsü olarak bilinen İngiltere, Almanya ve Fransa, İran'ın nükleer
sorununu diplomatik yollardan çözemedikleri takdirde, sorunu Birleşmiş
Milletlere (BM) götürecekler ve orada da İran'a karşı uluslararası
yaptırımlar tartışılacak. ABD adına İran ile müzakereleri yürüten üç AB
ülkesinin, İran'dan talep ettiklerini diğer ülkelerden talep etmemeleri
dikkat çekici olup, bölge devletlerince de İran'a karşı çifte standart
olarak değerlendirilmektedir. Emperyalist-kapitalist sömürü merkezlerin
diplomasi dehlizlerinde İran'a ve tüm bölgeye yönelik yeni hesapların
trafiği son dönemde hızlanmış görünüyor. Başta ABD olmak üzere Batının
egemen merkezleri oldum olası doğu halklarının her türlü gelişiminin
önünün alınarak, doğu halklarının kendilerine bağımlı hale getirilmesinden
yanalar.
Bu nedenle de Mahmut Ahmedinejat: Batı ülkelerinin, Tahran'ın barışçıl
amaçlı nükleer teknolojiye sahip olmasını istememesinin gerekçesinin, bu
teknolojiyi İran'a satabilmek olduğunu savunarak, "Eğer, İran ulusunun
haklarını bu yolla ortadan kaldırmaya çalışıyorlarsa bunda başarılı
olamayacaklar" diyordu.
Öte yandan İslami İran meclis başkanı Gulamali Haddad Adil de, "Bazı
mahfil'ler, İran'ın bu çalışmalarının barışçı olmadığını ileri sürerek,
Tahran'ın dünyanın güvenliğini tehdit etmeye çalıştığı şeklindeki boş
iddialarını dünya toplumuna dayatmaya çalışmaktalar. Ama bizim hedefimiz,
nükleer teknolojiden barış amaçlı yaralanmaktır ve Atom bombası yapmak
gibi bir düşüncemiz de yok" diyerek, batı devletlerinin bu tutumuna karşı
"Eğer Avrupalılar ve özellikle de Amerika, dünyanın barışı ve bölgenin
güvenliğinden gerçekten kaygılılarsa, o zaman onlara sormak lazım, niçin
İsrail'in nükleer silahları ve Atom teçhizatları karşısında sesinizi
çıkartmıyorsunuz? Bu ülkeler, bu rejimi destekliyorlar" ifadesini
kullanıyordu.
İran'ın şu son dönemde Batılı güç merkezleriyle yaşadığı gerginlik,
bölgedeki Arap ülkelerinde de çifte standart olarak algılanmakta. Batının,
İsrail'in nükleer silahlara (resmen tam olarak bilinmese de 200'e
yakın)sahip olmasına hoşgörüyle yaklaşması ve bölgedeki herhangi bir
Müslüman ülkenin bu silahlara sahip olmasını engellenmeye çalışması
eleştirilmekte.
BBC'nin bu konuyla ilgili görüşüne başvurduğu Suudi Arabistan Dışişleri
Bakanı Prens Suud el-Faysal; Körfez bölgesinin nükleer silahlardan
arındırılması gerektiğini, bu silahların kimseye faydası olmayacağını,
ayrıca İsrail'in nükleer silahları geliştirmesine izin veren ve yardım
eden Batının, İran konusunda ayrımcı davrandığını söylüyordu.
Aynı görüşü paylaşan Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de; İsrail'in Arap
dünyasının ortasında böyle bir silaha sahip olmasının, Ortadoğu'nun
geleceğini tehdit ettiğini ve batının İran'a yönelik eleştirilerini,
İsrail'e yapmamasının Müslüman ülkelerde çifte standart olarak
algılandığına, işaret ediyordu.
Bölgede İsrail'in nükleer silahlara sahip olduğu kanısı, uzun zamandır
tartışılan bir konu olup, Batı devletlerinin bu tartışmaları dikkate
almamaları, bölgede ve İran toplumunda basına yansıyan şekliyle "neden
biz" sorusunun tartışılmasına neden oluyor. Ancak bu, Arap ülkelerinde,
İran'ın nükleer silahlara sahip olmasından dolayı kaygı duyulmadığı
anlamına gelmiyor. Çünkü bölge insanı da biliyor ki, nükleer silahların
yayılması ciddi bir tehdit oluşturacak, insanlığın kıyımına, pek çok
ülkenin haritadan silinmesi ve yeryüzü atmosferinin yaşanmaz hale
gelmesine neden olacaktır. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi Ortadoğu'nun bu
silahlardan arındırılması tartışmaları tekrar bölgenin ve dünya
halklarının gündemine girebilir.
ABD ve AB'nin İran'a yönelik tavırları, İran halkının gün geçtikçe ulusal
gururlarının bu güçler tarafından zedelendiğini düşünmesine neden
olmaktadır. Bu nedenle, müdahaleci Batı karşısında, İran halkı bu konuda
mollalar rejimi etrafında adeta kenetlenmiş durumda. Bu milli duygulara
hitap eden İran Mollaları, basın, cami ve mescidlerde konuyu gündemde
tutmaktadır. İslam rejimi, nükleer silahlar konusunda sınırlarındaki
Pakistan'ı, Hindistan'ı ve İsrail'i hatırlatarak halkı zinde tutmayı
başarmış durumda. Hal böyle olunca da, İran'ın ne muhalefetinden ne
çevrecilerinden, ne de bir başka çizgiyi savunanlardan bu konuya yönelik
bir tartışma ya da kamuoyuna yansıyan bir ses çıkmamakta. Çünkü İranlılar,
nükleer teknolojiden "barış amaçlı" yararlanmanın kendileri için tanrının
bir nimeti aynı zamanda doğal bir hak olduğunu savunmaktalar.
Her ne kadar Batılı egemen güçler ekonomik yaptırım vs. gibi yollara baş
vursalar da, İran halkı yakın geçmişte emperyalist devletlerin Saddam'a
verdiği desteğe rağmen, 8 yıllık Irak-İran savaşında yaşadıkları
sıkıntılarda ayakta durmayı ve bağımsız bir devlet olmayı öğrendi. Aynı
güçler bugün, yıllar boyunca ekonomik çıkarları uğruna İran'daki iç
gelişmelere ve tüm ihlallere gözlerini kapamalarına rağmen, bugün Molla
rejiminin bölgede en büyük tehlike (bunu dün söyleselerdi iyi ederlerdi)
olduğunu söylüyor.
Dün Sovyetler Birliği'ne karşı, Batı Asya ve Ortadoğu'nun bekasını koruma
anlayışı gereği İsrail'de, Pakistan'da ve Hindistan'da kendi bilgi ve
denetimlerinde kurulan nükleer santraların (ve atom bombalarının)
üretilmesine ses çıkarmadılar. Dünyayı bir felakete götürmekte olan
nükleer çalışmaların dondurulması amacıyla sosyalist ülkelerin gösterdiği
çabalara rağmen, emperyalist devletler bu tür anlaşmalara hiçbir zaman
yanaşmadılar. Yine aynı merkezin mağrur yöneticileri her şeyin kendi
denetimlerinde olmasını isteyip, doğu halklarını hakir görüp, İsrail'in
elindeki, dünyayı tehdit eden nükleer silahlara seslerini çıkarmamaktalar.
Ancak batının tüm bu dayatmalarına ve çifte standardına karşın, İran'ın
Mollalar rejimi, İsrail karşısında bölgede ve Ortadoğu'da önemli bir ülke
konumunu korumanın tek yolunun nükleer teknolojiye sahip olmak olduğunu
düşünmektedir.
Ortadoğu'ya Yönelik Atlantik Aşırı İttifak
Emperyalist-kapitalist egemen devletler Ortadoğu'nun yer altı fosil
kaynaklarının nasıl paylaşılacağı konusunda, Irak işgali öncesinde gerilen
kimi stratejik görüş ayrılıklarının, İran üzerinde giderilmesi konusunda
ortak noktayı bulmaya çalışıyorlar. 1945'lerden sonra bölgenin üzerindeki
jandarmalığı Britanya devletinden devralan ABD, Ortadoğu ve Orta Asya'ya
tek başına yerleşmek için bölge üzerinde sürdürdüğü stratejik
yayılmacılığın son dönemlerde karşılaştığı zorlukları aşmaya çalışıyor.
Bunun tek başına olmayacağını kavramış olan Bush ve ekibi, bölge üzerinde
vecih gösteren ideologları dinlemiş görünüyorlar.
ABD dış siyaseti ve Avrasya stratejisinin ideologlarından Zbigniew
Brzezinski, Bush hükümetinin Irak savaşı ile ilgili Atlantik ötesi
siyasetinde Fransa ve Almanya ile soğuyan ilişkilere yönelik şu
belirlemeleri yapıyordu. "BM Genel kurulu'nda Ortadoğu konusunda iki
oylama yapıldı. Birinde 133'e karşı, diğerinde 144'e karşı dört 'hayır'
oyu vardı. Bu dört "hayır" oyu ABD, İsrail, Marshall Adaları ve
Mikronezya'ya aitti. Britanya'da dahil bütün müttefiklerimiz Amerika'nın
dünyada sergilediği tutum ve oynadığı rol aleyhinde oy kullandı" diyordu.
Brzezinski, yazısına devamında şöyle diyordu, "Avrupa ile ittifak
ilişkimizin kalıcılığını vurgulamak gereklidir; esas olan değerler ve
çıkarlar ortaktır… Bazen biz haklı olabiliriz, bazen de onlar haklı
olabilir. Ve dünyanın bazı bölgeleri söz konusu olduğunda Avrupalıların
bizden daha deneyimli olduğunu; en az bizimkiler kadar önemli çıkarları
olduğunu kabul etmeliyiz. Özellikle Ortadoğu konusunda bunun böyle olduğu
kanısındayım, Avrupalılara, AB'ye ihtiyacımız var." Kısacası Z. Brzezinski
ve diğerleri, Ortadoğu konusunda "ne yaparsanız yapın, gideceğiniz yere
yalnız gitmeyin" diyordu. ABD, ancak, İran'ın nükleer çalışmaları
konusunda uluslararası bir yaptırım stratejisi tutturabilirse, İran'ı
boğmaya yönelik çaba sarf edecektir.
Ancak, İran'ın şu son dönemde "nükleer enerji" konusunda yaptığı
çıkışlardan geri adım atması veya ondan tamamıyla vazgeçmesi onun Cıhan-ı
şumul İslam teorisine ters düşmektedir. Batı devletlerinin kavrayamadığı
bir diğer olgu da şu; İran, Batının baskısına boyun eğip bu çalışmadan
tamamıyla vazgeçerse, bu tavrının bölgedeki siyasal islamcı hareketleri ve
onun yayılmacı politikasını olumsuz etkileyeceğini bilmekte. Bunu bildiği
içinde bölge üzerindeki prestijini kaybedecekse savaşarak kayıp etmekten
yana olan tavrında ne pahasına olursa olsun ısrar etmeye çalışacaktır.
Emperyalist merkezlerin Atlantik ötesi ittifakı, Ortadoğu konusunda dün
olduğu gibi, bugün de kurtlar sofrasında mayalanmaya çalışılıyor. Irak
işgali sırasında dönemin Fransız dışişleri Bakanı ve şu an Başbakan olan
Dominique de Villepin'in, ABD'nin bölge üzerinde tek yanlı siyasetine
yönelik, söylediği şu sözler dikkat çekicidir. Villepin, "Ortadoğu konusu,
evde pişirilmiş bir pasta, pişirilen bu pastadan da tüm evdekilere eşit
bir şekilde dağıtılması gerekli" demişti. Ve ayrıca Jacques Chirac,
"Almanya'nın ve Fransa'nın Irak savaşına karşı olmaları bizim savaş
karşıtı olduğumuzdan değildir. Payların kaybedilmemesi gerek, çıkarlarımız
ortaktır, biz dostuz" diyordu.
Sonuç olarak ABD ile AB arasında o dönem, her ne kadar ilişkiler
zehirlenmiş olsa da, bugün bu zehrin dozunun alındığı veya giderilmeye
çalışıldığı görülmekte. Çünkü ABD-İngiltere ittifakının gerçekleştirdiği
Irak işgalinde, bohçasını toplayan Almanya ve Fransa, bölgenin işgal
ganimetinde kendi elinin devre dışı kalmasını kayıp olarak görmektedir.
Bölgede yeni gelişmelerin yaşanabileceğini hesap eden AB'nin Almanya'sı ve
Fransa'sı ABD karşıtlığı yerine onunla anlaştığı noktalarda işbirliği
içerisinde olmanın kapılarını hep açık bırakmıştır. Yani emperyalist
sömürü merkezlerinin, çıkar ittifakları ve sürtüşmeleri dün olduğu gibi
bugün de Ortadoğu'da buluşmaktadır.
www.sendika.org dan alınmıştır.
|
ismetbaytak@hotmail.com
ismetbaytak@kuzeyege.net
bergamaturkey@yahoo.com
kuzeyege@yaoo.com
|