|
İZLENİM
Recai Şeyhoğlu
SEVGİLİ ÖĞRETMENİM
Albümü karıştırırken sizi görünce ilkokul günlerim gözümün önüne geldi. 63
kişiyle ders yaptığımız, Aralık'ın on beşinde vıcık vıcık terlediğimiz 5-A'daki
o mutlu ve mutsuz günlerimi anımsadım ister istemez.
Mutluydum, dayak yoktu. Ev ödevi yoktu. Harıl harıl Anadolu Lisesi
sınavlarına hazırlanmak yoktu. Annelerimize sık sık "Bunlar çocuk. Yarış
atı değil!" diyen bir öğretmenimiz vardı.
Mutsuzdum. Beden Eğitimi yoktu. Resim yok gibiydi. Varsa da yoksa da
Türkçe, Matematik. Sosyal ve Fen de tabii…
Dua ezberlemek, yabancısı olduğumuz bir konuydu. "Anadili Türkçe olan bir
ülkede Arapça ibadet ya da Arapça dua ezberlemek mantıklı değil"
deyişinizi bu gün bile hala unutmuş değilim.
O günlerde dört beş veli tarafından Milli Eğitim Müdürlüğü'ne, okul
müdürüne ve vilayete şikayet edildiğinizi ve sınıfımıza gelip giden
müfettişleri hala dün gibi anımsıyorum.
Ama sonuçta bir şey değişmemişti. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi'ne müdür
yardımcısının girmeye başlamasından başka…
Anımsarsınız ikinci dönem bitmiş, karneleri almıştık. Henüz ikinci dersin
sonuydu. " Bundan sonrası hep Beden ve Resim" deyip bizi serbest
bırakmıştınız.
Biz ise ne bahçeye ne de koridora çıkmıştık.
Geri kalan üç ders ve iki teneffüs boyunca kah ağlamış, kah somurtmuş,
öylece son derse gelmiştik.
Neden mi ağlamıştık?
Çünkü bize artık hiç kimse "Sayın saylavlar" demeyecekti.
İkide bir bize "…Siz yarının öğretmeni, savcısı, başbakanı, BMC 'nin
işçisi, aydınlık geleceğimizin ışığısınız" diyen olmayacaktı.
Derste su içince 'yarasın, diyecek öğretmenimiz olmayacaktı artık. Her
sabah ilk dersin on beş dakikasını, zorunlu temel eğitimin sekiz yıl
olması gerektiğine ayıran konuşmalar yapa öğretmenimiz artık olmayacaktı
yanımızda.
Her şey bir yana, şimdi daha iyi anlıyorum sizi sevgili öğretmenim.
Didinip durmuştunuz sekiz yıl için. Meğerse bugünler içinmiş olan biten
çabalarınız. Belediyenin o gün için bize verdiği salonda, bizleri panelist
olarak çıkardığınız o kürsüde yaptığım konuşmamı ve alkışlanmamı yaşamımın
her döneminde anımsadım, hiç aklımdan çıkarmadım. İlk kez kendimi o gün
gerçekten bir saylav sanmıştım.
Dile kolay, koskoca salon bizlerle ve velilerimizle dolmuştu. Diğer
yaşıtlarımız anne, baba, ağabey ve ablalarıyla parayla tuttukları
salonlarda coca colayla, pastalı, börekli mezuniyet günleri düzenlerken
bizim sınıf ise, havalandırması olmayan bu salonda, hem Mayıs'ın on
birinde deodorant ve ter kokulu bir ortamda politikacılar gibi sekiz yılı
konuşuyordu.
Pazar günü pikniğe gitmek varken bu salonda bir amaç uğruna toplanmıştık.
Birileri sağa sola şikayet eder, "Çocuklara politika yaptırıyor" der,
emniyetten izin almadan toplantı düzenliyor diye baş ağrıtmasın diye de
toplantı yapılacak salonun adını, o gün saat 11'e kadar kimseye
söylemeyişinizi ve okulun önünde toplanmış 200 civarında olan bizleri 4
otobüsle salona götürüşünüz, grubu salona yerleştirdikten sonra kapıları
kapatıp alt girişteki camlar üzerine koca koca "Salih Bademci İlkokulu 5/A
Veda Partisi" yazılı kartonları asışınızı ve kapıdaki görevliye "kim
olursa olsun içeriye kimseyi alma, çocukların konsantrasyonu bozuluyor
dersin" deyişinizi unutamıyorum. Sizin için "Bu enerjiyi nereden buluyor"
diye düşünürdüm.
Çünkü her gün heyecanlı heyecanlı, bir şeyler anlatır hoplar gibi yürür,
güler dururdunuz. Uyanıklığınızı da o gün anlamıştım. Babama da o gün
durumu dağılırken açıklamıştınız zaten. "Emniyetten izin istemeye gelmez.
Vermezler. Çocuklarla ve velilerle de aram açılır. Polisle yüz göz olmamak
gerek. Güvenlerini sarsarız velilerin."
Bunun için de rahatlıkla etkinliğimizi gerçekleştirebilmiş, polisle de
muhatap olmamıştık. Üstelik veda partilerinde olduğu gibi gene de
pastamızı, kurabiyemizi, yemiş ayranımızı da içmiştik. Dinçay Kırtasiye
ile Dr. Nevin Hanımmış meğerse yediklerimizi içtiklerimizi karşılayan.
Reşat Beyle, Metin Bey denilen arkadaşlarınız da bizi salona getirip
götüren otobüslerin parasını karşılamış.
Doğrusu pastalar da enfesti o gün.
Gelelim benim söylediklerime
- Biz daha çok okumak istiyoruz. Zorunlu temel eğitim yılı ne kadar çok
olursa ülkemiz daha çok aydınlanır. Sokaklardaki karanlık giysililer
azalır.
Sözlerim öyle alkışlanmıştı ki, mikrofonda biraz daha kalıp konuşmak
isteğime engel olamamıştım.
- Başımızdakiler istemese de bir gün mutlaka temel eğitim sekiz yıl olacak
ve biz de çağdaş uygarlığa erişmiş ülkeler ailesinde yer alacağız.
Samet, "Anayasanın 42. maddesine göre ilköğretim parasızmış, peki, her ay
bizden istenen katkı payı ne oluyor?"
Tuğçe, "Güzel ülkemiz bir din devleti olmamalıdır. Biz laik devletten
memnunuz."
Pelin, "UNESCO'nun bir araştırmasına göre ülkemizde kişi başına düşen
eğitim 3.6 yıldır."
Hümeyra, "Bugün dünyada 178 ülkede zorunlu temel eğitim 6-12 yıl iken
bizde 5 yıl."
Cemil, "Küçük yaştaki biz çocuklara dinsel eğitim vererek bizlerin küçük
yaşta bir mesleğe yönlendirilmesini doğru bulmuyoruz" demişti ve ardından
da hemen ardından da açıkoturuma geçmiştik. Hani şu 5 konuşmacının olduğu
açıkoturum. Emekli Öğretmenler Derneği Başkanı, bir ortaokullu öğrenci,
bir yazar, profesör ve siz konuşmuştunuz. İtiraf edeyim o gün cüretkâr
konuşmanız beni çok etkilemişti.
- Biraz önce konuşan çocuklar bu ülkeyi aydınlatacak, geriliğe son
vereceklerdir. Kim bilir içlerinden birisi belki de saylav olacak, şu
yaptığımı işleri bir gün gerçeğe dönüştüreceklerdir. İddia ediyorum. Bunun
adı buza yazı yazmak değildir. Yarın hep birlikte göreceğiz bunu.
Ben de bizim öğretmen "Bizi gözünde çok büyütüyor" deyip dururdum hep
meğerse sınıfımız gerçekten bir başkaymış.
4. sınıfa kadar ne öykü ne şiire pek ilgi duymamış bizler nasıl da bir
anda şair ve yazar kesilivermiştik. İnanın şaşmıştım buna. İki şairi, bir
yazarı sınıfımıza getirmeniz, bizimle tanıştırmanız ve onların bize şiir
ve öykü üzerine bir şeyler anlatmaları, hele meşhur olanının "Bol bol düş
kurun" demesi benim önümü öyle açmıştı ki, bunun için size ne kadar
teşekkür etsem azdır. Meğerse bende ne cevher varmış. Bugün üç kitaplı bir
yazar oluşumu işte o günlere borçluyum. Siyasetçi oluşumu da…
Ama siz bana sürekli, "Elif, sen ilerde iyi bir edebiyatçı olursun" der
dururdunuz. İyi bir eleştirmen olacağıma beni öyle inandırmıştınız ki,
daha o yıllarda mesleğimi bile seçmiştim sanki.
Süleyman'ın Fen Dersini, özellikle elektrikle ilgili konulara ve deneylere
duyduğu ilgi görüp sürekli ödevler verişinizi kendisine üstat dememizi hep
yadırgardım.
Ziyaretine gittiğimde üniversitedeki odasında ne gördüm biliyor musunuz?
Karısı, iki çocuğu ve bir de sizin fotoğrafınızı. Kahve içerken Süleyman
hep sizden bahsetti.
- Biliyor musun, Tacettin'e yanlışlıkla bir tokat vurunca, nasıl da elini
öpmüş özür dilemişti Tacettin'den. Yaşı 40'ı geçmiş bir öğretmen 11
yaşındaki öğrencisinin elini öpüyor, kim yapardı bunu. Olsa olsa bizim
öğretmen!
Ama şunu da söylemeliyim ki, yanlış yaptığınız bir şey vardı. Beden
Eğitimi yapmamak. "Nasıl olsa her gün Beden Eğitimi yapıyorsunuz"
diyordunuz. Ama bilemediğiniz bir şey vardı. Biz arada bir kendi
kendimizle de oynamak istiyorduk. Dahası matematik-fen yapmaktan canımız
sıkılıyordu. Beden eğitimiyle rahatlamak istiyorduk. Bu zaten bizim
hakkımızdı. Bir başka yanlışınız ise müzik dersinde arabesk söylemek
isteyen arkadaşlarımıza olan davranışınızdı. "Sizinki müzik değil" der
durur, dinlememizi ve söylememizi istemezdiniz. Müziğin kralı klasik
müziktir der dururdunuz.
Ama arabesk karşıtlığınıza karşın bir günden bir güne dinlememiz gereken
müziği bize ne dinlettiniz ne de anlattınız. Oysa Oya, istediğiniz zaman
kasetçalarını okula getirebiliyordu biliyorsunuz.
Bize pekala o çok sevdiğiniz ve arada bir coşup söylediğiniz "Başın öne
eğilmesin" , "Dağlarına bahar gelmiş memleketimi" ve "Can-a rakibi handan
edersin" i dinletebilirdiniz. Ya da hiç dilinizden düşmeyen Rodrigo'nun
gitar konçertosunu..
Sadece arabesk karşıtı olmak yetmiyordu demek ki. Her şeyi gören siz bu
gerçeği nasıl göremezdiniz? Alternatif olan müziği bize kavratmayın ama
arabesk karşıtı olmamızı isteyin. Olmaz ki!... Tamer'in size bir türlü
ısınamaması bu yüzden olsa gerek. Şimdi de Çağlayan Gazinosu'nda
arabeskten kazanıyor olması doğrusu beni şaşırtmıyor.
Ama 60 civarında öğretmenin içinde apayrı yeriniz olduğu da su götürmez
bir gerçekti. Okulda tek önlüklü öğretmen olmanız, bayramlarda özellikle
sizin konuşmanız, ziyaretinize gelen gidenin çokluğu ve size olan saygılı
davranışları beni hep size yakınlaştırmıştır nedense. Önlük için, "Bu,
mesleğime saygımın ifadesidir. İkincisi beni tozdan tebeşirden koruyor"
derdiniz. Hem ceketinizde hem de önlüğünüzde iki rozet hiç eksik olmazdı.
Birisi Atatürk, diğeri de sendikanızın rozetiydi. Onlar için "Bunlar benim
kimliğim" derdiniz. Unutmam mümkün değil, bir ulusal bayram konuşmanızda
heyecanlı heyecanlı, biraz da yüksek sesle Atatürk'ü ve devrimlerini
anlatırken nasıl da coşku doluydunuz. Hele son tümceniz aklımdan hiç
çıkmıyor. "Nankör değilse, hain değilse, soysuz değilse her yurttaş bu
ışıklı yoldan sapmamalı, Cumhuriyet'e sahip çıkmalıdır!"
Ertesi günkü şeriatçı bir gazetede konuşmalarınız birinci sayfadan
yayımlanınca, okula gelen tehdit mektupları artınca sandık ki sesinizi
kesecek, biraz pusacaktınız. Benim deli doluluğumda sanırım biraz da sizin
payınız olmalı. "Sözünüze sahip çıkmanızı bileceksiniz çocuklar.
Korkuyorsan konuşmayacaksın! Hakkari'den öte il yok, ölümden öte yol yok!"
deyişiniz hangi birimizi etkilemedi sanıyorsunuz!
O günlerdeki şeriatçı kudurganlık en gözünüzü, ne dilinizi
korkutabiliyordu. Düşünüyorum da benim öğretmenim biraz da Zaloğlu
Rüstem'miş meğerse.
O gazeteyi sınıfa getirip, söylemediğiniz sözlerin de yazılı olduğunu bize
gösterince ilk kez yalancılıkla şeriatçılığın özdeş olduğunu düşünmeye
başlamıştım. Bizim sınıftan yobaz birinin çıkmaması aslında anlaşılmaz bir
durum değil.
Salondaki panoya hazırladığınız belirli günler ve haftalarla ilgili yazı,
resim ve şiirler bendeki ilk yazma fitilini ateşledi dersem herhalde
yanlış olmaz.
Örneğin Uğur Mumcu köşesini, Orhan Kemal, Nâzım Hikmet ve Neyzen Tevfik'in
şiirlerine ayırdığınız köşeleri hiç unutamıyorum. Dünya Kadınlar Günü'yle
ilgili hazırladığınız köşeye beni çekip, "Bu yazıları dikkatlice oku,
annene de anlat" deyişinizi de…
Biliyor musunuz bir veli Uğur Mumcu'nun fotoğrafına bakarak, "Bu adam
yirmi gündür bu panoda" deyince müdür beyin Uğur Mumcu'yu panodan
kaldırttığını, fotoğrafı da size teslim ettiğini nasıl da gülerek
anlatmıştınız.
Nâzım Hikmet'i ise hiç bilmezdim. Panodaki o koskoca "Hasret" şiiriyle
tanıştığım gün sizi okulun hizmetlisi Mahmut Efendi'yle hararetli
hararetli konuşurken görmüştüm. "Bir vatan haininin şiir asılır mı buraya"
diyormuş Mahmut Efendi.
Hiç unutmam, yan sınıftaki arkadaşlarımız da bize sormuştu Nâzım Hikmet'i.
Bize de şımarık şımarık, "Kendi öğretmenimize sorun" demiştik de susup
kalmışlardı. Oysa konuşmaları gerekiyordu. Niçin sustuklarını sorunca
anladık gerçeği.
- Bizim öğretmenimiz sizinki gibi her şeyi bilmiyor ki..
Öğrencilerini dövdüğünü, sizinle birlikte sendikanın eylemlerine
katılmadığını biliyorduk ama koskoca öğretmenin önemli bir şairi ve
şiirlerini tanımadığını doğrusu düşünemiyorduk.
Ne kötü, öğrencilerinin bile güveni yoktu ona.
Haa unutmadan söyleyeyim o şiiri o hafta ezberlemiştim biliyor musunuz?
Orhan Kemal'in yapıtlarının da tamamını okumamı size borçluyum. Bunu
söylemeden geçemeyeceğim. Mustafa Kemal hayranlığıma, daha sonraları bir
başka Kemal hayranlığı eklenecekti. Şaka bir yana sıkı bir Orhan Kemalist
olduğum söylenebilir.
Gelen müfettişlerden birine bile sormuştuk anımsarsanız.
- Öğretmenim Orhan Kemal'i sever misiniz? diye.
O da bizim sınıfı anlata anlata bitirememişti çevresine.
Her konuştuğu Arapça sözcük karşısında sınıfça parmaklarımızı kaldırdıkça
- Ne var, dediğinde, "konuştuğunuz sözcük Türkçe değil öğretmenim"
deyişimizi, Onun da "Ya öyle mi" dediğini hiç kulağımdan çıkmıyor.
Rüya gibi iki yılım geçti sizinle. Renkli, canlı, heyecanlı..
Bir 10 Aralık'ta bizi bir yerel gazeteye, Çağdaş yaşamı kendilerine hedef
edinmiş bir derneğe, Atatürk'ün evine yaptığımız ziyaretler,
karşılaştığımız bir trafik polisine "Bugün 10 Aralık. İnsan Hakları Günü
kutlu olsun" deyişimiz ve onun size bakarak gülümseyişi, caddelerde
yürürken ve Atatürk Anıtı'nda yüksek sesle Atatürk Marşını söyleyişimiz ve
bize bakanların bizleri çılgınca alkışlaması..
Yaptığımı resmen bir şeylere karşı koymakmış. Şimdi şimdi anlıyorum. Hele
Hükümet Binası'nın önünde, üç beş çember sakallının gözlerini bize
çevirdiği bir anda gür sesle Atatürk Marşı söyletmeniz, onların da "Hangi
okulmuş bu?" diye bizi sorup öğrenmeleri ve bizim yeniden yol koyulmamızı…
nasıl unutabilirim.
Sizinle çok farklı günler yaşadık. Sonuçta bizler de büyüdük. İş güç
sahibi olduk. Geçtiğimiz günlerde arkadaşlarla gene birlikteydik. Hani, şu
5/A'lılar olarak yıllardır periyodik toplantılarımızı yaptığımız Değişim
Pastanesi'nde..
Aldığımız karar şu: 30 Nisan'da sizi ziyaret etmek!
Hep mektuplaşmakla olmuyor. Görüşelim istiyoruz. Umarız "hayır"
demezsiniz.
Sevgi ve tükenmez saygılarımla..
|
ismetbaytak@hotmail.com
ismetbaytak@kuzeyege.net
bergamaturkey@yahoo.com
kuzeyege@yaoo.com
|