DEĞİŞTİRİLEMEZ HÜKÜMLER

”Dili Türkçe, merkezi Ankara, bayrağı al zemin üzerinde beyaz ayyıldız ve marşı İstiklal Marşı olan Türklerin Türkiye’de kurduğu, ulusuyla ve ülkesiyle bölünmez bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti İnsanlık içinde, yerinden yönetime saygılı demokratik, laik, liberal ve sosyal, hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsız yargı güvencesinde çoklu bir hukuk devletidir. Bu hükümler değiştirilemez.

Müspet bilime ve bu hükümlere aykırı tüm mevzuat mülgadır ve aykırılık her kademede yargı tarafından belirlenir. ”

 

"BU HÜKÜMLER"

”Bu hükümler” ifadesi yukarıdaki maddede sayılan hükümlerdir. Bunları ayrı ayrı sıralamak istersek;

Devletin dili Türkçe’dir ve değişdirilemez.

Devletin merkezi Ankara’dır ve değiştirilemez.

Devletin bayrağı al zemin üzerinde beyaz ayyıldızdır; bu da değişitirilemez.

Devletin marşı İstiklal Marşı’dır, değiştirilemez.

Devlet ulusuyla ve ülkesiyle bölünmez bir bütündür; ulus olarak bölünemez, ülke olarak bölünemez.

Devlet Türklerin Türkiye’de kurduğu bir devlettir. Devletin toprağı Türkiye’dir. Devletin halkı Türktür; ırkı Türktür manasında değildir. Dili, sanatı, tekniği ve örfü ile Türk halkları Türktür. Bunlar değiştirilemez.

Türk Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye’deki Türk Devleti’nin adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yönetim şekli Cumhuriyet’tir. Adı ve yönetim şekli değiştirilemez.

Devlet, insanlık içindedir. İnsan haklarına, uluslararası sözleşmelere ve anlaşmalara saygılıdır. Bu değiştirilemez.

Devlet yerinden yönetime saygılıdır. Yani uluslararası sözleşme ve anlaşmalara uyar, giriş ve çıkışları serbest bırakır, ancak kendisi bağımsızdır, ülkenin iç işlerine kimseyi karıştırmaz. Kendisi de illerin iç işlerine karışmaz. Bunlar değiştirilemez.

Devlet demokratiktir, değiştirilemez.

Devlet laiktir, değiştirilemez.

Devlet liberaldir, değiştirilemez.

Devlet sosyaldir, değiştirilemez.

Devlet hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsız bir yargı güvencesindedir. Bu değiştirilemez.

Yargı hakem kararlarına dayanır, değiştirilemez.

Yargı bağımsızdır, hakemler atandıktan sonra değiştirilemezler.

Yargı tarafsızdır. Hatalı kararlardan dolayı yargıya karşı kendileri sorumludur, değiştirilemez.

Devlet hukuk devletidir. Tüm diğer özellikler, hukuk düzeninin gereğidir. Devlette hukuk düzeni esastır. Askeri düzen hukuk düzeninin korunması içindir. Askeri düzen ile hukuk düzeni arasındaki ilişkiler hukuk düzeni ile düzenlenir.

Devlet hukuk devletidir. Yani bağımsızdır, hakimiyet ulusundur. Bağımlı hale getirilemez.

Bu maddede devletin temel yapısı ve özellikleri belirtilmiştir. Bunlar temel hükümler olduğu gibi değişmezdirler. Her sistemin çok az sayıda yemel hükümleri vardır. Bu temel hükümler sistemin müracaat eksenidirler. Nasıl yeryüzünde bir yerin nerede olduğunu tesbit etmek için arz ve tul daireleri varsa, onları ölçmek suretiyle bulunduğumuz yeri belirlersek, aynı şeklide her sistemin de temel maddesi olacaktır. Bulunduğumuz yeri oralara göre belirleyeceğiz. Bir kanunu yaptığımız zaman kanunun bir yeri yaparken diğer bir yeri bozmaması için devamlı olarak o temel hükümlerle karşılaştırmamız gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzbinlerce sayfaları ihtiva eden mevzuatı vardır. Bunları sadece okumak için bile ömrümüz yetmez. Ama kanunlar arasında çelişki olmaması gerekir. Bunu sağlamak için Anayasa yapıyoruz ve diyoruz ki, ”Anayasa’ya aykırı mevzuat geçersizdir”. Ne var ki, Anayasa’nın hükümleri içinde de çelişki olmaması gerekir. Bunu sağlamak zordur.

Bu nedenle Anayasa’nın içinde temel hükümler konulmaktadır. Bu temel hükümlere göre diğer Anayasa hükümleri arasındaki çelişki giderilecektir. Aynı zamanda diğer mevzuat da bu temel hükümlere göre ayıklanacaktır.

Temel hükümler öyle hükümler olmalıdır ki, tüm ülke onu itirazsız kabul etmelidir. Halkın bu temel hükümleri kabul edip anlaşabilmeleri için bunların halka anlatılması ve kabul ettirilmesi gerekir. Gerçi bunların tarifleri farklı olunca bu kelimeler üzerinde anlaşsak bile ileride manasındaki farklılıklar bizi birlikten uzaklaştırabilir. Buna rağman bu kelimelerde anlaşmak bile önemli bir aşama kabul edilmelidir.

Partiler bu kelimelerde anlaşacak ve sözleşmeler yapacaklardır. Sonra tanımlar üzerinde çıkacak itilaflar hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı tarafından giderilecektir. Ancak yargı kararları geleceği bağlamaz. Onlar sadece problemleri çözer. Asıl tanımdaki netlik, zamanla bütün partilerin ortak tanımları haline gelmeleri ile sağalanacaktır. Yani nasıl bir tarlayı sürer, tohumları eker, onu sular, ilaçlar ve korursanız; buğday nasıl kendi kendini büyütmüyorsa; sosyal olaylar da böyledir. Siz ortam hazırlarsınız, imkan hazırlarsınız; oluş ise kendi kendine halk tarafından kollektif olarak meydana getirilir. Devlet olarak zorla oluşturulmaya kalkışılırsa, o oluşmaz; bilakis, oluşmasını geciktirir. Zaten demokrasi bu demektir, helkın kendi kendisini oluşturması ve geliştirmesi demektir.

Bugün kabul edilen ortak kelimeler yarın zamanla ortak anlayışlara götürecektir. Tanımları şimdi biz değil, hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsız yargının koruması altında halk sağlayacaktır. Yargının görevi, düzeni korumaktır; kurmak değildir. Bu nedenle davacısı olmayan muhakeme olmaz.

Yukarıda saydığımız temel hükümleri temel yapan nedir? Niçin bunlar temel hükümlerdir? Bunun cevabı Anayasamızın değişmez maddeleri arasında zikredilmiş olmalıdır. Yani bu devlet diyor ki; burada yaşayan insanlar, bu hükümlerin dışında bir düşünceye sahip olamazlar. Bu devleti bu anlayış sağlayacaktır. Bu hükümleri benimseyenler ülkemde yaşasın, benimsemeyenler çekip gitsin. Tüm Türkiye’de yaşayanların görevi bu değişmez maddeleri benimsemektir. Türkiye’de yaşamak isteyen Müslümanlar da bu iki şıktan birini tercih edeceklerdir. Ya bu temel hükümleri kabul edecek ve Türkiye’de kalacak veya ülkeyi terkedip gideceklerdir.

Biz bu kavramları İslamiyet’e aykırı bulmadığımız ve Müslümanların bu ülkede kalmaları gerektiğine kani olduğumuzdandır ki, kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkede onlarla uzlaşmak suretiyle devletimizi yaşatabiliriz. Halkı ateist yapıp İslam’dan uzaklaştırma çabaları Türkiye’de hiçbir sonuç vermemiştir. İslam düşmanları Türkiye’de bir başarı sağlayamamışlardır. Bu yalnız Türkiye’de olan bir olay değildir, tüm dünyada bu böyledir. Enternasyonalizm son bulduğu gibi ateizm de son bulmuştur.

Anayasamızın temel hükümleri Kur’an’a dolayısıyla İslamiyet’e uygun mudur, sorusuna ”uygundur!” cevabını aramamız gerekir. Peki bu nasıl uygun hale gelecektir?

Şimdi biz burada anayasamızın temel maddelerini tanım dışı bırakarak sözlerini bağlayıcı kıldık. Yani biz Anayasamızın temel maddelerini Kur’an’a uygun olarak yorumlamaya çalışacağız. Müslümanlar da Kur’an’ın ifadelerini Anayasamıza uygun olarak yorumlamaya çalışacaklar. İşte taraflar, bu çabayı gösterirlerse o zaman milli birliğimiz korunmuş ve gelişmiş olur.

Bunun yanında biz siyasiler Anayasamızı %98’i Müslüman olan Türk halkının inançlarına yakırı bir şekilde anlamaya ve yorumlamaya kalkışırsak, İslam Dini önderleri de Kur’an’ı bizim Anayasamızın temel hükümlerine aykırı yoruklamaya kalkışırlarsa, kuvvet siyasilerde, halk ise dini kuruluşlarda olduğu için gittikçe halkla devletin arası açılır, sonunda iç ve dış hastalıklar büyüyerek devleti ve dolayısıyla Türk ulusunu ve halklarını yok eder.

Bu noktada hem siyasilerin hem de dini önderlerin başvuracakları hakem, ilim olmalıdır. Eğer taraflar, ilmin hakemliğini kabul ederlerse, siyasiler anayasayı, bilhassa değişmez hükümleri ilmin verileri ile yorumlarlarsa Müslümanlar da Kur’an’ı ilmin verileri içinde yorumlarlarsa bu çatışma sona erer, problemler çözülmeye başlar. Artık ülkede enflasyon, işsizlik, açlık, borç, yolsuzluk, rüşvet, baskı ve anarşi ortadan kalkar, çevremiz bize dost olur ve düşmanlarımız da saldırmaya cesaret edemez. Yoksa halkıyla savaşta olan bir devlet içte çöktüğü gibi dışta da düşmanalar yem olur.

"DEĞİŞTİRİLEMEZ"

Her canlının doğuştan yüklendiği irsi özellikleri vardır. Tarlaya buğday tohumunu ektiğiniz zaman, artık o tarladan arpayı mahsul olarak alamazsınız. Devletler de böyledir. Kuruluşlarında hangi değerlere dayanmışlarsa varlıklarını ancak ona dayanarak sürdürebilirler. Altyüz yıl Osmanlı İmparatorluğu başta ne idiyse sonda da o olmuştur. Değişerek yaşamak istemiş ama yaşamamış ve dağılmıştır. Sovyetler de sosyalizme dayanmıştı. Temelinde kan ve işkence vardı. Gorbaçov değiştirmek istedi, değişemedi, çöktü. Çünkü irsi özellikler değiştirilemez.

Türkiye’nin de elbette değişmez bir takım irsi özellikleri vardır. O irsi özelliklerini iyi tesbit edip ona göre davranmamız gerekmektedir. İrsi özelliklere dokunduğumuzda devleti yok ederiz. Şimdi konumuz irsi özelliklerin neler olduğunu tesbit etmektir.

TÜRKİYE’NİN İRSİ ÖZELLİKLERİ:

Devletimizin irsi özeliklerini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in görüşlerinden yararlanarak tesbit edebiliriz. Devletin kuruluşunda mevcut olan irsi özellikleri, Mustafa Kemal kendisi icat etmemiştir, millette mevcut olan bu özellikleri keşfetmiş ve bunlara dayanmak suretiyle İstiklal Savaşı’nı kazanarak bu devleti kurmuştur. Biz onun keşiflerini görmemezlikten gelemeyiz. Bunlar nelerdir?

1-"Milli Hakimiyet":

Daha Samsun’a çıkdığı zaman ”Milleti yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” demiştir. Bu ünlü sözüyle ulusçuluğu ortaya koymuştur; sonraları "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek bu ilkeyi açık bir şekilde ilan etmiştir. Bu ilkenin içinde iki ana unsur saklıdır.

a) Hakimiyet-i Milliye demek bağımsız bir devlet demektir. İstiklal Savaşı bunun için yapılmıştır. "Ya İstiklal ya ölüm" demiştir. M. Kemal, Büyük Nutkunda "Birinci vazifen Türk istiklalini ve Cumhuriyet’ini muhafaza ve müdafaa etmektir" derken bağımsızlık ilkesini net bir şekilde vurgulamıştır. Bugün siyasiler, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmağa çalışırken bu ilkeyi gözardı etmektedirler. Müslümanlar da İslam Birliği’ni hayal etmekle yine bu ilkeden ayrılmak istemektedirler. Oysa Milli İstiklal bu devletin irsi özelliği olup değiştirmek mümkün değildir. Bunu değiştirmeye uğraşanlar, devletimizi yıkarlar ama bu ilkeyi değiştiremezler.

b) Hakimiyet-i Milliye ayağı ise Cumhuriyet’tir ve demokrasidir. Yani bağımsızlığın yanında halkın saltanat ve hilafet gibi ve her hangi bir sınıf veya zümre gibi güçler tarafından yönetilmeyeceği ve milletin kendi kendini yöneteceği ilkesidir. Bugün siyasiler iç düzenlemede tekelci sermayenin arzularını yerine getimek için çaba gösterirlerken, Hakimiyet-i Milliye ilkesine muhalefet etmektedirler. Müslümanlar da benimsedikleri, tarikat veya mezhebin devlet yönetimine hakim olmasını istemekle bu milli hakimiyetin Cumhuriyet ilkesine muhalefet etmektedirler. Oysa Cumhuriyet özelliği bu devletin irsi özelliği olup bunları değiştirme çabası başarıya ulaşmaz; sadece devleti yıkar.

Biz Milli Hakimiyet ilkesine karşı gelme şöyle dursun milli hakimiyeti ileriye götürecek mekanizmaları ve çözümleri getirmek zorundayız. Bunun da ancak Adil Düzen’le sağlanacağını zannediyor ve tartışmaya açıyoruz.

2- Milli Kuvvet:

Devletimizin irsi özelliklerinden ikincisi de ”Kuvva-yı Milliye”dir. ”Millet kendisini kendi azmi ve kararı ile kurtaracaktır”, diyen Mustafa Kemal, hemen Kuvva-yı Milliye Teşkilatı’nı organize etmeğe başlamıştır. Milli kuvvetten Mustafa Kemal, yalnız ”Milli Ordu”yu anlamış değildir. Hayatının sonuna kadar, milletin ekonomik bağımsızlığına da kavuşmasını istemiştir.

a) Milli Kuvvet’in temeli milli orduya dayanır. Milli ordu demek askerlerin tüm Türk halkları tarafından oluşturulacağı anlamına gelir. İkmalini kendisi yapacak ve silahını kendisi üretecektir. Emir ve komuta zinciri bağımsız olarak Türklerin kendilerinde oluncaktır.

Ne yazık ki, siyasiler bu milli ordu anlayışından sapmışlardır. Henüz paralı yabancı askerler istihdam etmiyoruz. Kendi silahımızı kendimiz yapmıyor, ikmalimizi kendi imkanımız içinde yapmıyoruz. Komuta kadememiz ise NATO içinde sınırlanmış ve bağımsızlık zedelenmiştir. Müslümanların bu hususta bir mühalefeti tesbit edilmemişse de devlet İslam Devleti değildir. ”Bu devlet için ölmek dinen caiz değildir” gibi yanlış anlayışlar içindedirler. Oysa Müslümanlar, savaşları dinleri için değil, vatanları için yaparlar. Şimdi vatandaşlarımız dinsiz olsalar da ileride dindar olmaları ihtimali vardır. Oysa devlet ve millet yok olduktan sonra din nerede kalacak. Biz İstiklal Savaşı’nı yapmasaydık. bugünkü yetmiş milyon Müslüman halkını bulamazdık.

”Milli Ordu” dediğimiz zaman ne anlayacağız? İstiklal Savaşı’na giriştiğimiz zaman Türkiye’deki halk ikiye ayrılmıştı. Bir taraftan Türkiye’yi yıkmak isteyen gayr-i müslimler vardı, diğer taraftan Türkiye’yi bağımsız hale getirmeyen Müslümanlar vardır. Müslümanların ırkı veya mezhebi sorulmamıştı. Yani Müslümanlar Türküyle, Kürdüyle, Sünnisiyle, Alevisiyle bir olmuştu. Türk milletinin bu irsi özelliği sonra da devam etmiş, Türkiye’deki gayri müslimler yurt dışına tehcir edilmiştir. Dışarıda bulunan Müslümanlar, ırklarına, dillerine ve mezheplerine bakılmaksızın eşit haklara sahip vatandaş olarak kabul edilmişlerdir.

Lozan’da iki taraf vardı: Bunlardan biri tüm Müslümanları temsil den Türkiye, diğeri tüm Batı’yı temsil eden gayri müslim devletlerdi. Esasen bu anlayış bugün kendiliğinden kesinleşmiştir. Türkiye’deki azınlıkların sayısı %1’ler civarına inmiştir. Türklerin ulus anlayışı, Türkiye’de yaşayan Müslüman halklar anlayışından ibarettir. Türk ulusu içinde Kürtleri ayırıp ayrı ulus kabul eden, Türkiye Devleti’nin irsi özellikleri içinde yer almaz. Batılılar, ülkemizi parçalamak için ”insan hakları” adı altında Kürtleri ayrı ulus gibi görmek istemektedirler. Peki bunlar Lozan’da neredeydiler? Orada niçin Kürtlerin haklarını savunmadılar? Diğer taraftan gayri müslimlerle de kaynaşarak bir ulus olmak, iyi bir ideal olabilir ama Türk Devleti’nin irsi özellikleri buna müsait değildir.

b) Kuvva-yı Milliye’nin dayandığı ayak ise ”Milli Ekonomi”dir. Mustafa Kemal bunun için önce kapitülasyonları ortadan kaldırmıştır. Borçların tasfiyesine girişmiş ve 1950’ye kadar tüm dış boçlar tasfiye edilmiştir. Devletin bir kuruş borcu kalmamış, hazinede altın stokları birikmeye başlamıştır. Yabancıların Türkiye’deki demiryolu, denizyolu, elektrik, su gibi işletmeleri devletleştirilerek tasfiye edilmiştir. Sümerbank, Etibank gibi kamu işletmelerini kurarak, halkın yapamayacağı işlerde devletin devreye girmesini sağlamış ve milli ekonomiyi kurmuştur.

Türkiye’deki devletçilik sosyalizm değildir. Sosyalizmde halk teşebbüsü yoktur. Oysa devletçilikte halk teşebbüsü teşvik edilir, tekel sermayesi önler. Tarihte Mezopotamya’da liberalizm vardı; Eski Mısır’da ise sosyalizm vardı. İbranilerde Davut (AS) zamanında devletçilik yapılmıştır.

Türkiye ilk defa bu sistemi ülkede uygulayarak gerçekten Kemalizm diye bir ekonomik rejim getirmiştir. Sonra bunu İtalya’da Musollini ve Almanya’da Hitler uygulayarak ülkelerini gelişmiş ülkeler haline getirmişlerdir.

Türkiye’deki KİT’lerin neleri başardığını iyi bilmemiz gerekir. Türkiye’deki KİT’ler teknoloji transferi yapmıştır; bu sayede Türkiye gelişmiş ülkeler arasına girmek üzeredir. Bundan sonra da teknoloji ürtetimini KİT’ler yapacaktır. Türkiye’de tekonoloji üretecek büyüklükte özel sermaye yoktur.

Türkiye’deki KİT’ler teknik personel yetiştirmiştir. Onbin yıllık tarım dönemi içindeki Türk halkı, KİT’ler sayesinde eğitilerek sanayileşmede ve sanayi dünyasındaki yerini almıştır. Özel sektör ancak bu elemanlara dayanarak Türkiye’de gelişebilmiştir. Bundan sonra da bu görevi yapmaya devam edecektir. Çünkü Türkiye’de kendi işçilerini eğitebilecek büyüklükte firmalar henüz yoktur. Olsa bile Türkiye halk teşebbüsüne dayanmaktadır. Türkiye’de kapitalizm değil liberalizm vardır. Türkiye’nin irsi özelliği budur. Türkiye’yi ne kapitalist ne de sosyalist yapamazsınız.

KİT’lerin başka bir fonksiyonu da Türkiye’yi kentleştirmesidir. Türk köylüsünü kentlere getirmiş, onlara iş vermiş kentte yerleşmelerine imkan sağlamıştır. Bu kentleşmenin mayası olmuş, on bin yıllık tarım döneminden sanayi dönemine böyle geçilmiştir.

KİT’ler bundan sonra başka görevler de yüklenecektir. KİT’ler sayesinde kentleşme durudurulacak ve kırlara kent hizmetleri götürülecektir. Bugün her türlü altyapı köylere ulaşmıştır. Artık kente göç etmelerine gerek kalmamıştır. Ancak köylülerin orada kalabilmeleri için oradaki halka sanayi sektöründe iş vermek gerekir. Tarım sektöründe mevsimlik işler vardır; diğer zamanlar ise çoğunlukla boş geçmektedir. Hele tarım da sanayileşmeye başlayınca bu gizli işsizlik daha da artacaktır. KİT’lerce desteklenecek bir ev ekonomisi, bir taraftan gizli işsizliği kaldıracak, halkın refahını artıracak, devletin gelirlerini artıracak; diğer taraftan köylerin boşalmasını önleyerek köylerin imarını sağlayacaktır.

KİT’lerin yaptığı bir başka hizmet de tekeli önlemektir. Tekel başlangıçta sermayenin birikimini sağladığı için insanlığa hizmet etmiş, ekonomiyi ve sanayii geliştirmiştir. Ancak tekel bir çok olumsuz etkilerle sosyal patlamalara neden olmuştur. Karın maksimize edilmesi, nakıs istihdamda denge, siyasette baskılı rejim ve hukuk düzenin bozulması bunların başında gelmeketedir. İnsanlık sosyalizmi bu tekelleri ortadan kaldırmak için kurmak istedi. İşte KİT’ler, Türkiye’de tekelin oluşmasını önleyip halk teşebbüsünü geliştirdi. Bu Türkiye’nin irsi özelliği olup bunu değiştirmek isteyenler, sadece devletin çökmesine sebep olurlar

Burada KİT’lerin zarar ettiğini ve devlete olduğunu ileri sürerek haksız saldırılarla özelletirmeye peşkeş çekme heveslileri vardır. Bir taraftan ”Yükselen Tarikat Sermayesi” diye saldırıp ”halk sermayesini” çökertirken, diğer taraftan ”özelleştirme” adı altında devletin teşebbüsleri özel sermayeye peşkeş çekilmektedir. Özel sermaye olacak ama tekel olmayacaktır. Tekelleşme çabası Türkiye Devleti’ni yıkar.

KİT’LER NİÇİN ZARAR EDİYOR?

Türkiye’de haksız bir vergi sistemi vardır. Enflasyondan vergi alınmaktadır. Eğer firmalar vergilerini tam olarak ödeseler tüm firmalar iflas eder. Halk vergi kaçırarak ayakta duruyor. KİT’ler ise vergi kaçıramıyor ve tam vergi ödüyor. İşte bu sebepten hata ediyor. Özelleştirirsek, vergiyi nasılsa hiç alamayacağız. Gelin bütün KİT’leri vergiden muaf tutalım. O zaman devlete yük olmazlar. Demek ki, savaş özel sektörle devlet sektörü arasındaki yarıştan ileri geliyor. KİT’ler olmadan bu devlet yaşayamaz.

Özel sektörü de vergiden muaf tutalım. Nasılsa kaçırıyor, ödemiyor. Onda birini ödüyor, onu da ödemesin. Peki devlet nasıl yaşasın?

İşte Adil Düzen bir devletin vergisiz yaşayacağını ortaya koyan formüller bulmuştur. Bunlar nelerdir?

a) Devlet halka kredi verecek ve kredi verdiklerinden vergi alacaktır. Özel sektöre ise kredi vermeyecek ve onlardan vergi de almayacaktır. Onların semayeleri var, kendi sermayeleri ile iş yaparlar. Ucuza mal ettikleri için dış piyasalara hakim olurlar. İç piyasa ise KİT’lere kalır ve KİT’ler kendi hizmetlerini görürler.

b) KİT’lere kredi verecek, onlara iş yaptıracak ve onların gerçek karlarından vergi alınacaktır. Böylece, özel sektör sermayesini ihracata yöneltecektir. KİT’ler ihracat ile meşgul olmayacaklardır.

c) Devlet dengeli enflasyon yaparak herkesin naktinden vergi alabilir. Bu enflasyon %5’i geçmemelidir.

d) Devlet yapılan yatırımlardan %20 pay alacak ve bunları satarak altyapıyı yapacaktır.

Biz özel sektörü, KİT’leri kapatarak desteklemiyoruz; vergiden muaf tutarak destekliyoruz. Sermayenin büyüyüp uluslararası sermeyeye ulaşmasını istiyoruz. Biz özel sektörden vergi almakla maliyetlerini yükseltiyor ve dünya piyasasında rekabet edemez hale getiriyoruz.

e) KİT’lerin zarar etmesine diğer bir neden de, KİT’lerdeki gereksiz personel yığılmasıdır. İşsizlere iş bulamayan hükümet KİT’lere doldurmakta ve dolayısıyla KİT’ler zarar etmektedir. Peki bunları özelleştirirsek bu işçileri nereye yerleştireceğiz?

Biz çalışana kredi vermekle küçük ve orta boy teşebbüsleri desteklemekteyiz. Bu da geniş bir istihdam alanı yaratmaktadır. Bu nedenle biz kimseye iş bulma zorunda kalmayacağız. Hele sanayii köylere götürürsek artık iş arayan kimse kalmayacaktır.

f) KİT’leri zarara sokan diğer bir neden ise devletin fiyatlara müdahale etmesidir. Devlet serbest rekabet içinde yarıştırma yerine KİT’leri fiyatları dengelemek için kullanmaktadır. Bunlar özelleştirilirse bu müdahaleyi nasıl yapacaktır? Devlet özelleştirme ile bu gücünü kaybediyor. O halde bu müdahaleden vazgeçmeldir. KİT’ler kendi fiyat ve ücret dengelerini kendileri kurmalıdır.

g) KİT’leri zarar ettiren başka bir husus da devletin yönetime müdahalesidir. Hükümetler ehliyete göre değil de partizanca atamalar yapmaktadır. Ayrıca kamu çıkarları ile kendi çıkarları paralelleşmiş olduğu için özel sektörden bunlar rüşvet alarak ve bilerek zarar ettirmektedirler. Oysa kamu görevlileri başarılarına göre atansa, diğer kamu kuruluşları gibi KİT’ler de bu duruma düşmezdi. KİT’leri zarar ettiren yöneticiler cezalandırılmalı, KİT’ler değil. Eşyaların suçlu olamayacağını öğrenmemiz gerekir. Yöneticiler hata eder dernekler kapanır; yöneticiler hata eder şirketler kapanır; yöneticiler hata eder KİT’ler özelleştirilir. Nasıl bir mantık bu!?

h) KİT’lerin son yıllardaki hızlı köküşü ise ekonominin hiç bir kuralı ile açıklanamayacak faiz politikaları ile olmuştur. KİT’leri nakitleri çok düşün oranlarlı faizlerle bankalara mevduat olarak yatırılmış; fakat, finans itiyaçları ise özel bankalardan alınan yüksek oranlı faizli kredilerle karşılanmıştır. Bu politikayı uygulayan bütün KİT’ler kısa sürede iflas etmiştir.

Bu politikalar ile KİT’leri batıran iktidarlar, kısa süre sonra da KİT’lerin devlete ve millete ağır zararlarla yük olduklarını ve en kısa zamanda kar-zarar demeden özelleştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır.

Bütün bunları, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik irsi özelliklerinden birinin ”devletçilik” olduğunu, bunu değiştiremeyeceğimizi anlatmak için dile getirdik. Türkiye’yi kapitalist veya sosyalist ülke haline getirmek isteyenler, onun irsi özelliklerini bozacağı için devleti çökertir; katiyyen başarıya ulaşamazlar.

 

3-”Kuvvetler Birliği” (Vahdet-i Kuvva):

Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu ilkenin üçüncüsü ise, Kuvvetler Birliği (Vahdet-i Kuvva) ilkesidir. Mustafa Kemal bir asker olması hasebiyele ”kuvvetler ayrılığı”nı düşünmemiştir. Zaten inkılaplar kuvvetler ayrılığı içinde yapılamazdı. Kuvvetler birliği ilkesini Mustafa Kemal halkta ve yönetimde uygulamıştır.

a) Osmanlı İmparatorluğu değişik dinler ve ırkların birlikte yaşadığı bir ülke idi. Mustafa Kemal, ”milli devlet” kurmuş ve Türk Milletinin tarifini ”Anadolu’da yaşayan Müslüman halk” olarak belirlemiştir. Bunun için önce mübadele sistemine girmiş, Türk olmadıkları halde Müslüman olanları Türkiye’deki gayri müslimler ile mübadele etmiştir. Dünya, Türkiye’nin bu dine dayalı anlayışını bugün bile terketmemiştir. Bosna’daki halk Slavdır. Rusların Bosnalıları savunması gerekirken Türkler savunmuştur. Bu nedenle Mustafa Kemal tek dil ve tek yazı sistemi ile milli birliği sağlamaya çalışmıştır. Kıyafet birliğini de bunun için istemiştir. Herkesin nüfus hüviyetine Türk yazmış ve istatistiklerde başka beyanlar kabul edilmemiştir. Böylece halk Türklük içinde kaynaşmaya zorlanmıştır. Türk ulusu böyle oluşmuştur. Bu Türkiye Devleti’nin irsi özelliğidir. Anayasalara bunun için ”bölünmez bütünlük” ilkeleri konmuştur. Biz bunu değiştiremeyiz. Yani Türkiye eyaletlere bölünüp yönetilemez.

Ancak ülkenin bölünmemesi için yerinden yönetim ilkesi getirilecektir. Türkiye yüze yakın bağımsız ile ayrılacak ve illerde halk kendi mahalli dillerinde orta eğitimlerini yapabileceklerdir. Böylece ulusal birlik sağlanacaktır. Türk ulusu tek olacak, buna karşılık Türkler boylara bölünmüş olarak Türk halklarını oluşturacaktır.

Mustafa Kemal ”Kuvvetler Birliği” ilkesi içinde tek parti sistemini korumuştur. Kendi hayatında çok partili sisteme geçmek istenmiş, fakat bazı nedenler ileri sürülerek bundan vazgeçilmiştir. Kendisinden sonra en yakın arkadaşları çok partili sisteme geçmişlerdir.

Türk Milleti siyasi hayatı çok partili sistem içinde benimsemiştir. İşte burada yine bir denge ile karşı karşıyayız. Türkiye’de çok partili sistem olacak, ancak bu anayasanın değişmez temel maddelerine aykırı partinin kurulması anlamına gelmeyecektir. Yani kuvvetler birliği ilkesi böylece korunacaktır. Çok partili sistemde değişmez temel maddeler ile ve bunlara aykırı partilere yaşama imkanı vermemek şartıyla korunacaktır.

Burada şunu belirtmek istiyoruz: Bir partinin kapatılması son derece yanlıştır. Eğer değişmez temel maddelere aykırı parti kurulmuşsa bu partinin seçimlere girmesi önlenebilir ama hiçbir zaman kapanamaz. Sözleşmesini değiştirirse o zaman seçimlere girme hakkını kazanır. Program ve sözleşmelere aykırı hareket eden parti yöneticileri ise tecziye edilir.

Bu değişmez temel anayasa ilkelerine uymak şartıyla, değişik tarikatların faaliyetlerine de izin verilmelidir. Esasen tarikatlar resmen kapatılmış ama fiilen kapatılamamıştır. Diyanet İşleri Teşkilatı tarikatların yerini alamamıştır. Çok partili sisteme geçildiği gibi çok tarikatlı sisteme geçilmesi de zorunludur. Ancak bunların da anayasanın değişmez temel ilkeleri içinde kalarak milli birliği bozmamaları, kuvvetler birliği ilkesine ters düşmemesi gerekir. Bu nedenle siyasiler Anayasa’yı kanunlara ters düşmeyecek şekilde yorumlayacaklar. Dini önderler de Kur’an’ı Anayasa’nın değişmez temel hükümlerine aykırı yorumlamamaya çalışacaklar. Kuvvetler birliğini böyle yorumlayacağız ve bunların devletimizin irsi özelliklerinden olduğunu bileceğiz.

Bunun gibi, bir taraftan devletçiliği koruyarak kuvvetler birliğini bozmayacak, diğer taraftan da gerek halk gerekse özel teşebbüse imkanlar sağlıyarak liberal bir ekonomi sistemini yaşatacağız. Odalar ve sendikalar kuralacak, bunlar çoğalacak ama Anayasa’nın değişmez hükümleri içinde faaliyet göstereceklerdir.

b) ”Kuvvetler Birliği”nin ikinci uygulaması ise devlet yönetiminde kendisini gösterecektir. Bu da milletin yegane mümessilinin Türkiye Büyük Millet Meclisi olması ve milli iradenin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz etmesidir. Bu ilkelerden hareket edilerek tek meclis sistemi benimsenmiştir. Senato Meclisi Mustafa Kemal tarafından kabul edilmemiştir. Sayın Kenan Evren de buna dayanarak Senato’yu lağvetmiştir. Mustafa Kemal TBMM’ni o kadar üstün görmüştür ki, Meclis’in üstünde bir yasama erki kabul etmemiş ve yargıya yasamayı denetleme yetkisini vermemiştir. Hatta Ordunun başkomutanlığını da TBMM’ne bırakmıştır. Cumhurbaşkanı’nı TBMM seçmiştir. Milletvekillerinin dokunulmazlığını kesin kurala bağlamıştır. İstisnalar bile koymamıştır. Mustafa Kemal İstiklal Savaşı’nı bu Meclis’le kazanmıştır. Bir gün bile bu Meclis’i tatil etmemiştir. Altmış ve seksenlerdeki müdahalelerde Meclis tatil edilmiş; ancak en kısa zamanda tekrar seçime gidilerek Meclis’in yenilmez gücünü ordu her zaman teslim etmiştir. Bunlar devletin irsi özelliklerinden olup meclis üzerinde oynayanlar, başarıya ulaşamazlar, devleti çökertirler.

c) Mustafa Kemal’in Vahdet-i Kuvva ilkesi içinde getirdiği başka bir ilke de ”Tevhid-i Tedrisat”tır. İlmin doğasına aykırı olan bu anlayış Türkiye’yi geri bırakmaktadır. Ancak gelişigüzel serbest bırakılan bir eğitim de başarıya ulaşamamaktadır. Adil Düzen bunu şu şekilde dengelemektedir:

Tedrisat tamamen serbest olacak, böylece hür bir eğitim sağlanacak, sınavlar devletçe yapılarak ehliyetler devlet tarafından verilecektir. Böylece Vahdet-i Kuvva ilkesi zedelenmeden tedrisat serbestliği getirilmiş olacaktır.

Atanmış savcı ve hakimleri hata etmez kabul edip milletvekillerini potansiyel suçlu göstermek, milli hakimiyete saldırıdır.

Yargı hakemlerden oluşmalıdır. Tarafsız bağımsızlık ancak böyle sağlanabilir. Kamu adına dava açma yetkileri siyasi partilere verilmelidir. Böylece hem Meclis’in mutlak hakimiyeti sağlanmış hem de dokunulmazlık zırhı ortadan kalkmamış olur. Hakemler de milletvekilleri arasından seçilmelidir. Bunun aksine Anayasa Mahkemesi’nin varlığı kuvvetler birliğine aykırıdır. Devletin değişmez irsi özelliklerine aykırıdır. Onu yıkmadan bu özelliğini yok edemeyiz. İşte Adil Düzen burada kendi çözümünü getirmiştir.

Belediye teşkilatı kaldırılıp yerine bucak yönetimi getirilmelidir. Artık kır-kent ayrımı sona ermelidir. Günümüzün ulaşım ve haberleşme araçları köylere kadar gittiğinden kent-köy ayırımı kalmamıştır. Bucakların birleşmesi ile iller oluşmalıdır. İller de bağımsız olacaktır. Bucaklarda orta ehliyetliler, illerde yüksek ehliyetliler ve ülkede de üstün ehliyetliler seçilerek meclisleri oluşturacaklardır. Üstün ehliyetlileri ancak üstün hakemler, yüksek ehliyetlileri ancak yüksek hakemler muhakeme edebilecektir. Bunun dışında bir dokunulmazlık müessesesine gerek yoktur. Böylece hem kuvvetler birliği korunmuş hem de yargı bağımsız hale gelmiş olur.

Milli Hakimiyet ile Milli Kuvvet ilkeleri üzerinde herhangi bir değişikliğe gerek olmadığı halde Kuvvetler Birliği’nin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç vardır. Bu nedenle biz Kuvvetler Kirliği veya Kuvvetler Ayrılığı yerine ”Kuvvetler Dengesi”nin gelmesi halinde devletin irsi özelliklerinin korunacağı görüşündeyiz. Mustafa Kemal’in ”Kuvvetler Birliği” yerine ”Kuvvetler Dengesi”ne geçmeliyiz. Bu denge kuvvetler birliğini ortadan kaldırmamakta, aksine dengede tutarak korumaktadır. Kuvvetin tabiatında denge vardır.

Türk ordusu güçlü varlığını koruyacak ve bağımsız olacak ama sivil yönetime karışmayacaktır. Cumhurbaşkanı’nı TBMM seçecek ama cumhurbaşkanları orgeneraller arasından seçilecektir. Ordu ile sivil yönetim arasındaki dengeyi Cumhurbaşkanı koruyacaktır. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin irsi özelliği gereğidir. Sivil bir Cumhurbaşkanı orduya hakim olamaz.

Türkiye’nin her bölgesinde bir ordu oluşturulacak ve ordu komutanları Cumhrbaşkanı tarafından re’sen atanacaktır. Halk kendi bölgesinde olmayan ordulardan istediği orduda askerlik görevini yapacak ve savaşa katılacaktır. Bir ordu o bölgeden olmayan ve Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen halklarca oluşturulacaktır. Böylece ülkede kuvvetler birliği ilkesi korunacaktır. Her ordu Türk halkının tümünden oluşacaktır.

Kuvvetler Birliği, askerlik ve inkılaplar nedeniyle ortaya konmuş bir ilkedir. Bunları Kuvvetler Dengesi şeklinde anlamak zorundayız. Böyle anladığımız taktirde bundan sonra anlatacağımız Müsbet İlim ilkesine uymuş oluruz.

4-Müsbet İlim:

Mustafa Kemal’in dayandığı dördüncü temel ilke de müsbet ilim ilkesi idi. "Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir." "Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız." ve benzeri ifadelerle bir dördüncü ilke ortaya koymuştur.

Genel olarak tüm ilimler dörder temel varsayımlarına dayanır. Ta Eski Yunandan beri gelen ve günümüzün Oklit geometrisi olarak adladırılan geometrinin dördüncü paralellik ilkesinde olduğu gibi dördüncü ilkesi de karışık olur ve zor anlaşılır. Milli Hakimiyet, Milli Kuvvet ve Kuvvetler Dengesi kolay anlaşılır bir ilke olduğu halde Müsbet İlim daha doğrusu ilmilik ilkesi açıkça ifade edilememiş ve anlatılamamıştır. ”Altıok” içinde bu, laiklik ve inkılapçılık olarak yerleştirilmiştir. Liberallik halkçılıkla, sosyallik devletçilikle ifade edilmiştir. Hakimiyet-i Milliye ile Kuvva-yı Milliye ise cumhuriyetçilik ve milliyetçilik içinde yer aldı.

Bizim, muasır medeniyetin fevkine çıkabilmemiz için ilmilik ilkesini çok açık ve net olarak ortaya koymamız gerekmektedir.

a) İnkılapçılık ilkesini iki şekilde anlamamız mümkündür. Bunlardan biri devamlı olarak inkılapçı kalmamız, gerektiğinde gerekli inkılabı yapmamız anlamındadır ve bu evrimin şartıdır. İnsanlık, tarih içinde daima evrimleşmiştir. Dün kabul edilen şeyler yarın terkedilir. Yenilik devamlı olacaktır. Bu anlamda düşünüldüğünde Mustafa Kemal’in getirdiklerine saplanmak değil, devamlı olarak daha ileriye, daha iyisine gitmek inkılapçılıktır.

İnkılapçılığın işaret ettiği diğer bir husus da inkılap yapılırken az da olsa baskının uygulanabilmesidir. Baskının manasını anlıyabilmek için sosyal bir oluşu iyice bilmek gerekir:

On kişi bir araya gelelim ve sosyal yapıyı oluşturalım. Birbirimizin ne düşündüğünü bilmeyelim. Hiçbirimizin inanmadığı bir şeyi de ilke olarak kabul edelim. Örneğin ”İnek Tanrı’dır” önermesi ilkemiz olsu. On kişi ne düşündüğünü bilmediği için herkes, diğerlerinin ineğin kutsallığına inandığını sanacaktır. Birimiz, eleştirel bir söz söylediğimizde diğer dokuzumuz ona saldırırız. Bu saldırı ineğin tanrı olduğuna inandığımız için değil, karşımızdakini çökertmek veya kendi inkarımızı gizlemek için yaparız. Böylece teker teker inamadığımız halde, hiçbirimiz inanmadığımız halde toplu iken inanmış görünüz, daha doğrusu toplu halde iken inanırız.

Sosyal değer, kişilerin ayrı değerlerinin birleşmesinden doğmaz. Geçmişte oluşmuş değerlerin bugünkü topluluğa etkileri şeklinde ortaya çıkar. İşte böyle eskimiş ve hatalı bir anlayış ancak karşı sosyal kuvvetle kaldırılabilir. Bir baskı rejimi uygularsınız, halk da birden değişiverir, sonra aksi baskı başlar. İslamiyet’te, putçuluk baskısı varken birden değişmiş, tek Tanrıcılık baskısı başlamıştır. Avrupa’da Hıristiyanlık baskısı varken birden değişmiş ve ateistlik baskısı başlamıştır. Cumhuriyet anlayışına saltanat baskısı varken sonra da Cumhuriyet baskıya başlamıştır.

İnkılap yapacaklar, basit baskı uygulamaları yapabilirler. Yalnız yapılacak inkılapların iyi seçilmeleri gerekir. Eğer toplulukta halk inkılaplara hazır değilse yapılan baskı ters teper ve inkılap başarısızlığa uğrar. Ama halk zaten hazırsa yapılan inkılap hemen halk tarafından benimsenir. Bunları sıralayalım:

-Saltanat kaldırılmıştır. Hanedan bile itiraz etmek istememiştir.

-Hilafet kalkmıştır ve tüm İslam alemi hilafeti bir daha diriltememişti.

-Şer’iyye mahkemeleri kaldırılmış ve yargı birliğine gitmiştir. Bazıları bazen çoklu hukuk ile yargı çokluğunu birbirine karıştırarak çoklu hukuka saldırıda bulunmaktadırlar.

Önce Osmanlılarda yargı çokluğu yoktu, yargı ikiliği vardı. Çoklu sistemde en az beş ayrı seçenek olmalıdır ve bu yirmiden fazla da olmamalıdır. İkili sistemde çok kısa zamanda biri diğerini ortadan kaldırır, tekele dönüşür. Osmanlı yargı sisteminde böyle oldu. Nizamiye Mahkemeleri, Şer’iyye Mahkemelerini ortadan kaldırmıştır. Yahut Amerika’da veya İngiltere’de olduğu gibi iki parti uzlaşarak dengede kalmak suretiyle yine monopol oluştururlar. Bizim savunduğumuz, çoklu sistemdir. Bu da yargıda mümkün değildir.

Yargının tekliği meclisin tekliğine ve seçim sisteminin tekliğine benzer. Teminatlı soruşturmacılar, teminatlı hakemler ve muhakemeyi yürüten merkezden atanmış hakimler, aynı muhakeme usulüne tabi olmaları, yerel yargı kararlarına karşı merkez hakemleri nezdinde tazminat davaları açılması, yargı birlkiğini sağlar.

İşte hukukta bu inkılap yapılmıştır. Bu husus da halk tarafından benimsenmiştir. Batı’dan tercüme edilen kanunlar ise ülkenin problemlerini çözmediği için bugün bir yargı karışıklığı yaşanmaktadır. Otuz davaya bakan bir hakimin otuz yıl içinde o da esastan değil, usulden sona erdirdiği davalarla elbet yargıda adalet sağlanamaz.

Biz bununla mevcut mevzuatın Batı’dan aktarılmasına karşı değiliz. Bunların Batı’dan aktarılması iki sbepten gerekli idi. Batı’nın bize baskısı vardı. İç işlerimize karışıyorlardı. Onların kanunlarını alarak onları güçleninceye kadar susturduk.

İkincisi ise Türk sosyal anlayışında fıkıh dışında hukuk olamayacağı görüşü vardı. İçtihat kapısı kapatılarak fıkıh zaten terkedilmişti. Bin yıl önceki içtihatlar savunuluyordu. Ama kimse uygulamıyordu. Çünkü onlar tarih olmuştu. Bu düşünceyi yıkmak için Batı’dan kanunlar aktarıldı. Böylece halk kendi hukukunu kendisinin üretmesi yolu açıldı.

İşte şimdi biz diyoruz ki, ne Batı’nın ondokuzuncu asrın yabancı hukuku bizi ileri götürür, ne de bundan bin yıl önceki içtihatlar bizi bugün yaşatabilir. Şimdi biz kendi hukumuzu kendimiz üreteceğiz. Muasır hukukun üsütünde bir hukuk üreteceğiz. Neye dayanarak, Batı ve Doğu hukuklarını inceleyerek ilme dayanarak muasır hukukun üstünde hukuk üreteceğiz. Bin yıl önceki içtihatlarla bu günkü dünyamızı yönetmek nasıl mümkün değilse, Batı’nın bir-iki asır önce ürettiği bize yabancı bir hukuk ile de Türkiyemizi yönetemiyoruz ve bir türlü Batı’ya yetişemiyoruz. Geçmek zaten mümkün değildir. Çünkü taklit edenlerin geçmeleri düşünülemez.

Harf inkılabı hemen yerleşmiş ve bugün herkes Latin alfabesini kullanmaktadır. Çağın ilerisine geçmemiz için daha ileri yazıları düşünmemiz gerekir. Bunun için Arap yazısını da korumalıyız. Evrimleştirmeliyiz, öğrenmeliyiz. Çincedeki hece yazısını da hiç olmazsa seçmeli olarak çocuklarımıza öğretmeliyiz. Ayrıca trafik kurallarına benzer bir biçimde bir uluslararası şekil yazısını geliştirmeliyiz.

Takvim ve ölçü ile ilgili inkılaplar da halk tarafından tartışmasız olarak kabul edilmiştir.

İnkılaplarda direnmeler nerelerde olmuştur?

Tarikatlar, kapatılmış ama kapanmamıştır. Medreseler yasaklanmış ama halk Kur’an öğrenmeye devam etmiştir. Kıyafet inkılaplarına karşı direnme olmuş ve bu direnme devam etmektedir. Dini metinler Türkçeleştirilmek istenmiş, buna da büyük bir şevkle uyulmuştur. Ancak ibadetlerin Türkçe yapılması, ezanın Türkçeleştirilmesi kabul görmemiştir.

Görülüyor ki, halkın benimsemediği inkılapları zorla yapmak mümkün değildir. İnkılaplar halkın zaten istediği ancak sosyal baskı nedeniyle yapamadıkları sahalarda yapmak mümkündür.

Nerelerde inkılapların yapılacağı hususuna askeri sezilerle değil de ilmin verileri içinde devam etmemiz gerekir. Demokrasi anlayışı içinde bir taraftan halk ilmin verilerine doğru inandırılmaya çalışılacak, diğer tarfatan sosyal baskı karşı baskı ile yine ilmi metotlarla uygulanacaktır. Yani elimizde tuttuğumuz me’şale ilim olacaktır. Mustafa Kemal bunu 1930’larda ortaya koymuştur. Artık inkılapları askerler değil, siyasi partiler yapmalıdır. Siyasi partilerin programlarını ilmileşmesi gerekir. Artık lider parilerden kadro partilerine doğru gidilecektir. Adil Düzen buna cevap arayan bir sistemdir.

Demek ki, inkılapçılığı ancak müsbet ilmin verilerine doğru gitmek şeklinde anlamak Kemalizmin temel ilkesidir ve öyle de anlamalıyız. İlim demek, varsayımlar koyarak projeler üretmek ve bu projeleri uygulayarak varsayımların isabetliliğini kontrol etmek demektir. Yapılan bir inkılabın yerinde olup olmadığı halkın ona karşı verilen tepki ile değerlendirilip baştan kabul edilen varsayımlar kontrol edilecektir. Türk Milleti çağın medeniyetini öğrenme hususundaki inkılapları benimsemiştir. Dinini terketme veya dinini değiştirme şeklindeki denemeler sonuç vermemiştir. Bu husustaki baskılar tepki görmüş ve tepkiler başarılı olmuştur. Bu yalnız Türkiye’de değil dünyada böyle olmuş, ateizm çabaları hiçbir yerde başarıya ulaşmamış ve yirminci asrın son yarısında bütün dünyada bu tür inkılaplar terkedilmiştir.

Bununla beraber dinde zorlama, dinde baskı, halkı zorla bir inanca, bir dine götürme denemeleri de iflas etmiş, halk kendisi nasıl isterse öyle yaşamaya bırakılmıştır. Devlet dinden elini çekmiş; bir din de devletin hakimi olmak imtiyazını da her yerde kaybetmiştir. Dünyada ve Türkiye’de bütün inklaplar böyle sonuçlanmıştır.

b) İlmilik ilkesinin ikinci temeli laikliktir. Bir dinin donmuş verilerine inananlar ve eskilere ilahi kutsiyet atfedenler bir türlü ilmin yeni sonuçlarına uymak istemezler. Avrupa’da astronomi alimlerine bu nedenle büyük işkenceler yapılmıştır. İslam dünyasında da saltanatın hakimiyetini sarsan İslam fıkıhçıları da aynı şekilde zülum görmüşlerdir. Ebu Hanife şehit edilmiştir. Sokrat’ın zehir içirilerek öldürülmesi her halde ilim dünyasının veriği ilk şehit değildir. İbrahim (AS) de dini ilmi temellere dayandırdığı için ateşe atılmıştı.

İslamiyet bu tür taassuba ”dinde zorlama yoktur”, ilkesiyle karşı çıkmış ve bir devlet içinde ilk defa her türlü din, mezhep ve tarikatın serbestçe yaşamalarına imkan vermiştir. Batı’da Hıristiyanlığa karşı laiklik adı ile savaş açılmıştır. Bu ateizm ile yapılmış ama başarıya ulaşılamamıştır. Sonunda kilise ile uzlaşarak laikliği kilisinin yönetime, yönetimin kiliseye karışmamsı şeklinde anlamışdır. Fakat bu ikili anlaşma Batı’da dengesini kuramamıştır. Laikliğin artık başka bir şekilde anlaşılması gerekmektedir.

İşte biz buna yine çoklu sistemle cevap veriyoruz. Tarikatların yasaklanması bir sonuç vermemiş, tam tersine tarikatların kökleşmesine ve gelişmesine sebep olmuştur. Bugün Türkiye’deki güçlü dini gruplanmalar dünyaya yayılmıştır. O halde baskılar sonuç vermemiştir. Mustafa Kemal’in Diyanet İşleri Teşkilatı da istenilen istikamette başarıya ulaşamamıştır. Dünya Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı’nı değil de Fethullah Gülen’i muhatap alıyor. Bu gidiş tehlikelidir. Yarın Hıristiyanlığın resmi din kabul edilmesi gibi nurculuk da resmi din kabul edilebilir ve gelecekte bir İslam adına zulüm yapılabilir. Bu gidiş çok benzer bir şekilde şöyle olabilir:

-Bir defa Bediuzzaman, şeriatla değil Hz. İsa gibi sadece iman ile meşgul olmuştur.

-Bediuzzaman da Hz. İsa gibi hayatında ancak bir kaç mürit bulabilmiştir.

-Üçüncü olarak Bediuzzaman’ın kabri de Hz. İsa’nın kabri gibi yok edilmiştir.

-Dördüncü olarak Hz. İsa’nın dini Pavlus tarafından değiştirilmiş, yönetime uyarlanmış, takiyyeyi meşru görmüştür. Said-i Nursi hareketi de Fethullah Gülen tarafından takiyye ile meşrulaştırılarak bugüne uyarlanmak istenmektedir. Birden çoğalmaya başlamıştır.

-Beşinci olarak Hz. İsa’nın müritleri dünyaya yayılmış ve her tarafta Hıristiyanlığı yaymaya başlamışlardır. Gülen’in temsilcileri de dünyaya yayılıp İngilizce okullar kurmuşlardır.

-Altıncı olarak, Hıristiyanlıkta dinin şeriat kısmı terkedilmiş, sadece iman kısmı ile yetinilmiştir. Gülenciler de şimdi bunu yapmaktadırlar.

Görülüyor ki, Bediuzzaman’ın tarihi seyri ile Hz. İsa’nın tarihi seyri içinde büyük bir benzerlik vardır. Bir eksiği kalmıştır. O da Nurculuk henüz Türkiye’nin resmi dini olmamıştır. Şimdi bunun çabası var.

Eğer dine karşı baskı devam ederse çok yakında tüm Müslümanlar en güçlü gördüğü bir mezhepte birleşip kenetlenirler ve sonunda nurculuk resmi din olur ve Avrupa’da olduğu gibi dini karanlık çağ başlar. Artık Hıristiyanlık engizisyonları gibi İslam engizisyonları başlar. Elbette bunun sorumlusu Bediuzzaman ve Gülen olmayacaktır. Hz. İsa sorumlu olmadığı gibi.

İşte biz buna çareyi yine çoklu sistemde buluyoruz. Laiklik dinsizlik olarak anlaşılmamlıdır. Tam tersine laiklik değişik dinlerin ülkede serbest olmaları şeklinde anlaşılmalıdır. Bunların içinde de ateistler de bir dini tarikat içinde organize olabilecekler, onlar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Böylece dinlerarası yarış ve denge korunur. Beklenen tehlike ortadan kalkar.

Dinlerin serbest bırakılması yeterli değildir. Liberalizmde ekonomiyi serbest bırakmak sorunları çözmez. Tekele karşı piyasayı korumak gerekiyor. Dinleri de serbest bırakmak yeterli değildir, tekele karşı korumak gerekir. Bu da dini şuralar oluşturmak ve dini şuralara yönetimde görev vermek gerekir. Biz bu görevi şu şekilde özetliyoruz:

Devlette önce halkın istekleri ortaya konur. Yani kim neyin yapılmasını istiyor, ihtiyaçlar nelerdir? Bunlar ortaya konur.

Biz diyoruz ki, bunu dini kuruluşlar ortaya koysun. Dini dayanışma ortaklıkları ortaya koysun. Bunların sayıları beşten az olmasın ki, halkın elinde seçenekler bulunsun. En az beş tarikat faaliyette olsun. Bunların sayıları yirmiden fazla olmasın ki seçenekler kolay ve doğru değerlendirilebilsin.

Dinler bunu yaparken sanat kuruluşlarının dile getirdikleri istekleri değerlendireceklerdir. Bunlar manevi ihtiyaçlardır. Diğer taraftan halkın sağlığı ile ilgili hususlar da sağlık kuruluşlarından öğrenilecektir. Sosyal güvenlik bunlara bağlı olacaktır. İşte bu ihtiyaçlar dinler tarafından ilmi kuruluşlara arzedilir. Onlar da bu ihtiyaçların nasıl karşılacağını ortaya koyarlar, plan ve projeler yaparlar. Mesleki kuruluşlar bu projeleri kimlerin yapacağına karar verirler ve kredi ile bunu düzenlerler. Siyasi organizasyon ise kollektif üretimin adil bir şekilde bölüşülmesini gerçekleştirir. Böylece kuvvetler dengesi sağlanır

Demek ki, laikliği işbölümü içinde anlamamız gerekir. İlmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma ortaklıkları, partiler arasında denge olmalıdır. Biri diğerine hakim olmamalıdır. Yani din ilme, ilim siyasete, siyaset ekonomiye, ekonomi dine karışmamalı ve baskı yapmamalıdır. Diğer taraftan laikliği bir dinin tekel kurup diğerlerine tahakküm etmemesi şeklinde anlamamız gerekir. Bu da ancak çoklu sistemle mümkündür. Yerinden yönetim ve çoklu hukuk sistemi, geleceğin dünyasını Orta Çağın karanlık dini baskısından kurtaracağı gibi Yakın Çağın ateizm zulmünden de kurtaracaktır. İşte Adil Düzen’den kastımız budur.

Bu çoklu sistemi yalnız dinde uygularsak laiklik gerçekleşmez. Çoklu sistemi siyasette, mesleki kuruluşlarda ve ilimde de uygulamak zorundayız. Böyle çoklu sistem olursa kuruluşlar arasında yarışlar olur ve muasır medeniyetin üstüne çıkılabilir. Böyle yapılmazsa ilim adına ya Batı’nın demode olmuş ondokuzuncu yüzyılın ateizmi ezberletilir yahut bin yıl önceki içtihatlar bugün Allah’ın sözleri imiş gibi ezberletilir. İlim sadece sözde elimizdeki meş’ale olur.

Mustafa Kemal, laiklik ilkesini getirirken bu ilk çağlara ait dini inanışların devletin yönetimine hakim olmaması hususunu belirtmiştir. Sonraları da yüksek yargı laikliği bu istikamette anlamaya çalışmıştır. Ancak bu hiçbir zaman parti kapatmakla ve baskılarla sağlanamaz.

Hiçbir siyasi partinin gücü beşte birden fazla olmamalıdır. Ülkede en az beş parti bulunmalıdır. Sonra baraj %5’e indirilmelidir. Sonra siyasi partiler dinden, ilimden ve ekonomiden ellerini çekmelidirler. Siyasi oluşumun esas görevi iç ve dış güvenliği sağlamak ve hakemlerden oluşmuş, tarafsız ve bağımsız yargının kararlarını icra etmektir. Siyaset kendi sahasına çekilmelidir. Diğer tarftan ordu siyasetin dışında tutulmalıdır. Sivil yönetim ile askeri yönetim birbirinden net çizgilerle ayrılmalıdır.

Her bölgenin merkezinde milli ordu bulunmalıdır. Ordu o bölgenin dış savunmasını yapmalı, illerin içine karışmamalıdır. Siyasi parti başkanları ordu komutanları olmalıdır. Ancak kendi bölgesinden üye kaydedememelidir. Böylece sivil yönetimle askeri yönetim birbirinden uzak tutulmuş olur. Siyasi partiler kendi bölgeleri dışındaki diğer bölgelerden üye kaydederler ve askeri eğitimi onların yanında yaptırırlar.

Her kademede meclisler siyasi temsilcilerden değil, seçilmiş ilim adamlarından oluşacaktır. Yasaları ilmi meclis yapacaktır. Orduda rütbeler ilmi ehliyete göre verilecektir. Sivil öğrenimle elde edilen rütbeler esas alınarak ek askeri eğitim yaptırılacak ve rütbeler ona göre verilecektir. Başlangıç ehliyetliler er, temel ehliyetliler erbaş, ilk ehliyetliler assubay, orta eğitimi yapanlar subay, yüksek öğrenim yapanlar üstsubay (binbaşı, albay) ve doktora yapanlar general olabileceklerdir. Devlet başkanı da ancak askerlerden olabilecektir. Bunun dışında ilmi, dini, mesleki şuralar ise yine ilim meclis üyeleri arasından oluşacaktır. Yani gelecekte yönetimin tamamı ilmi ehliyete dayanacaktır. Zaten bugün de bu böyledir. Ancak askeri eğitim ile sivil eğitim farkılıdır. Bu da asker ile sivil arasını ayırmaktadır.

İşte biz kuvvetler dengesi içinde hareket ederek ilmi eğitimi ilmi kuruluşlar verecek, askeri eğitim ise ordularda verilecektir. Böylece hem birlik sağlanacak hem de ihtisas eğitimi yapılacaktır.

”Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” sözünün uygulaması böyle olacaktır. Bugünkü parlamentoyu ilmileştirmemiz gerekmektedir. Bu da ancak bundan sonra bucak meclislerine orta ehliyetli olanlar, il meclislerine yüksek ehliyetliler ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ancak doktora yapmış olanlar seçilecektir. Askeri akademileri bitirenler de akademik kariyer yapılmış kabul edilecektir. Bundan önce milletvekili olanların milletvekili olma hakları korunacaktır. Bunun dışında akademik kariyer yapma bugünkü statüsünün dışına çıkarılmalı ve kişinin yazdığı Arapça veya Latince kitaplara dayanılarak, uluslararası jurilerce verilmelidir. Akademik kariyer sıralama usulu ile kitaba verilmelidir. Şifahi görüşme, kitabı kendisinin yazıp yazmadığı, alıntı yaptıklarını anlayıp anlamadığı şeklinde olmaldır.

Adil Düzen bir projedir. Her tarafı birbirine uyumlu olmak zorundadır.

Adil Düzen bu irsi değişmez maddeleri aynen kabul etmektedir.

"BU HÜKÜMLERE AYKIRI MEVZUAT"

Değişmez irsi maddeler, aynı zamanda temel maddelerdir. Temel madde olmaları diğer maddelerin bunlara dayandırılmış olması ile belirlenir. Burada ilmi metodu tanımlamazsak herkes kendine göre ilmi anlar; efsaneler, safsatalar ve utopik ideolojiler ilim olur. Tarihte insanlığı iki düşünce yönetmiştir. Bunlardan biri mistik düşüncedir.

Mistik düşünceye göre peygamberler gelir, mucizeler gösterir ve kendilerinin peygamber olduğuna inandırır, ”halka şöyle şöyle yapmanızı Allah emrediyor” der. Halk da bu Allah’tan olduğundan dolayı onların dediklerini yapıyordu. Sonunda ileri bir topluluk doğuyordu. Böylece ondan sonra gelen halk daha çok onlara inanmaya başlıyordu. Bu mistik yönetim idi.

Diğer yandan da felsefi düşüncelere dayanan yönetimler vardı. Filozoflar ortaya çıkıyor, insanların akıllarına hitap ediyor, onları düşündürüyordu. Bazı hükümdarlar ise filozofların görüşlerini benimsiyor ve devleti onların görüşlerine göre yönetiyordu.

Halen çağımız geçiş dönemindedir. Şahsi yönetimden ilmi yönetime geçilmektedir. Artık insanlar ne peygamberlerin mucizelerine ne de filozofların felsefelerine göre topluluğu yöneteceklerdir. Topluluk ilimle yönetilecektir. Mustafa Kemal’in ”Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” ilkesi içinde ilmi değerlendirmemiz gerekir.

Acaba bu ilmi metot nedir?

İlimde önce varsayımlar kabul edilir. Bu varsayımların sayısı beş-on civarında olur. Bu varsayımlara dayanılarak projeler üretilir ve pratikte uygulanır. Bu çalışmalar sosyal olaylarda pilot bölgelerde uygulanır. Elde edilen sonuçlar projede gösterilen hedefleri gösteriyorsa varsayımlarda isabet belirlenmiş olur. Eğer hedefe ulaşılamamışsa varsayımların yanlış olduğu düşünülebilir ve varsayımlarda ayarlama yapılır. Sonuç olarak denemelerle sonuçlara varılır. İşte ondan sonra o varsayım teorem haline dönüşür.

Fizikte bu denemeler, aynı yerde tekrar edilir. Sonuçlar orada düzeltilir. Bu metot sosyal olaylarda başka şekilde denenir. Bunu her yerde herkes istediğini dener. Yani denemeleri ilim adamları değil de, sosyal uygulamacılar yaparlar. Elde edilen sonuçları tesbit eden ilim adamları, onları sonuçlara götürür. Yani hangi varsayımların doğru olduğunu sosyal müşahadeyi yapan ilim adamaları belirler. Çoklu hukuk sistemi ile yerinden yönetim sistemi bu denemeleri kolaylaştırır, çok kısa zamanda topluluk genel sosyal kanunları keşfetmiş olur.

Problemler çözüldüğü zaman insanlık evrimleşir ve yeni problemler ortaya çıkar, böylece yeniden varsayımlar ve çözümler üretilir. Böylece evrim devam edip durur. Yaşlanan topluluklar, problemlerin tamamını çözer ve yeni problem ortaya çıkmaz. İşte bundan sonra duraklama devri başlar, topluluklar çöküş sürecine girer. Türkiye Cumhuriyeti yaşlı Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde kurulmuştur. Hala onun bazı parçalarını taşıyor, adeta kendisini yaşlı gösteriyor. Diğer taraftan Cumhuriyet yeniden kurulmuştur. Müesseselerini yenilemek istemektedir. Yenileyebilirse gelecekte bir kaç asır, belki de bin yıl yaşayabilir.

Türkiye varsayımlarını yukarıda belirttiğimiz gibi daha kuruluşunda koymuştur. Bunun temeli ”milli devlet” olmadır. Milli devlet demek, artık toprak işgal politikasından vazgeçmiş olması demektir. Kendi toprakları içinde ”muasır medeniyetin fevkine çıkmak” ilkesidir.

Aslında Türkiye Tanzimat’tan beri Batılılaşma, Batı’ya yetişme ilkesi içinde Batı’nın arkasında koşmuştur. 1930’lara kadar Türkiye Batılılaşma çabasını göstermiş ve bunun Türkiye için yeterli olmadığını gördüğünden hedefini değiştirmiştir. Çökmüş imparatorluğun Avrupa’nın arkasından koşma stratejisini değişdirmiş onun yerine ”muasır medeniyetin fevkine çıkmayı” koymuştur.

Evet! Türkiye artık Batı’nın arkasından koşmayacaktı. Bundan sonra Türkiye Batı’yı arkasından koşturacaktı. Peki bunu nasıl yapacaktı?

İşte çözüm formülü de bulunmuştur. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilim olacaktı. Peki, Batı müsbet ilmi, benimsememiş mi idi? Batı fende, teknikte müsbet ilmi benimsemiş ve üstün maddi güç elde etmişti. Ama Batı sosyal oluşmada ilme sahip değildi. Tabii hukuk denemeleri netice vermemiş ve terkedilerek pozitif hukuk sistemi benimsemişti. Batı hala üç dört bin yıllar öncesinin sosyal düzeni içinde çırpınıyordu. Mustafa Kemal ise ”elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” derken sosyal yapımızı da ilme dayandıracağımızı söylemektedir. Böylece muasır medeniyetin üstüne çıkma imkanını bulmuş olacağız.

Varsayımları Anayasamızda netleştiriyoruz ve maddemizi tekrara ediyoruz:

"Dili Türkçe, Merkezi Ankara, bayrağı al zemin üzerinde ak ayyıldız olan, ulusuyla ülkesiyle bölünmez bir bütün olarak Türkiye’de Türklerin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, insanlık içinde, yerinde yönetimine saygılı, laik, demokratik, liberal ve soyal, hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsız yargı güvencesinde çoklu bir hukuk devletidir.

Bu hükümler değiştirilemez. Bu hükümlere ve müsbet ilme aykırı tüm mevzuat mülgadır. Aykılırılık her kademede, yargı tarafından tesbit edilir."

Bu varsayımlar, irsi maddelerdir, değiştirilemez. Aynı zamanda tüm mevzuatımızın varsayımlarıdır. Diğer mevzuat bunlara aykırı olmamalıdır. Peki bunlara aykırılık nasıl tesbit edilecektir?

Elbette bizim başvuracağımız tek hakem müsbet ilim olacaktır. Müsbet ilim denemelere dayanır. Sosyal denemeler de yerinden yönetim ve çoklu hukuk sistemidir. Böylece devamlı denemeler olacak ki, ilmi araştırma merkezleri sonuçları tesbit edebilsin. Varılan ilmi sonuçlara göre hükümler oluşacaktır. Tarafların seçeceği teminatlı ehliyete sahip, tarafsız ve bağımsız hakemeler, ilme dayanarak hukuki problemleri çözeceklerdir. Halk ilme dayanarak sözleşmeler yapacaktır. Sözleşmelerin müsbet ilme aykırı hükümleri hakemlerce iptal edilecektir. Değişmez temel maddelerdeki kelimelerin tanımları da müsbet ilme göre yapılacaktır.

Seçtiğimiz bu varsayımların olumlu sonuçlar vereceğine kaniyiz. Tabii isabet ettiğimiz, ileride elde edeceğimiz sonuçlarla kanıtlanacaktır. Bir gün gelir de bu varsayımlar başarılı olamazsa artık bu varsayımları hukuk düzeni içinde değiştiremeyiz. O zaman sıkıyönetim ilan eder, devleti yıkılmaktan kurtarırız. O zaman ne yapılacağına sıkıyönetim karar verir. Sıkıyönetim komutanı siyasi partilerle istişare ederek yeni varsayımlar koyar. Anayasamızda değişmez maddeler koymazsak ilmi denemeler yapamayız. Değişmez maddelerle yanlış sonuçlara varırsak, sonuç kötü çıkarsa çöküp gideriz. Bunun sigortası ise sıkıyönetimdir, askeri yönetimdir.

Devlet, bu varsayımlara dayanan mevzuat içinde örgütlenecek, buna göre ilmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma ortaklıları ve her konuda orta, yüksek ve üstün ehliyetler verilecektir. Devlet yönetimi bu ehliyetlere dayanacak ve buna göre seçimler olacaktır. Eğer bu varsayımlara dayanan hukuk düzeni sonuç vermezse tüm ülkeye şamil sıkıyönetim ilan edilir. Bunun anlamı şudur:

Tüm sivil örgüt sona ermiştir. Ehliyetler sıfırlanacaktır. Herşeye baştan başlayıp yeniden ilmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma ortaklıkları oluşacak ve yeniden kamu hizmet ehliyetleri verilecektir. Bu oluşum hukuk düzeni içinde değil askeri düzen içinde olacaktır. ”Devlet askeri düzenle kurulur, hukuk düzeni ile yaşar”dan kasdımız budur.

"Müsbet ilim" nasıl tesbit edilecektir?

Bunun anlaşılması için ilim adamlarının nasıl oluştuğunu anlamamız gerekir:

Bucaklarda ilmi ehliyet, bucakta yedi yaşını bitirenlerin ilmi danışmanı ve dayanışma ortağı olarak seçtiği kimselerdir. Bucakta ilmi dayanışma kurucusu olmak için en az %5’in müşavirliğini kabul etmiş olması şarttır. Bunlar ”orta ehliyetli”lerdir ve aynı zamanda bucak şura üyeleridir.

Bir il içindeki bucaklarda bulunan ilmi danışmanlardan on tanesinin danışmanı olan kişiler, ilde danışman olurlar ve ”yüksek ehliyet” alırlar. Bunlar aynı zamanda il meclis üyesi olurlar.

Ülkede on yüksek danışmanı kendisine bağlayan kişiler ”üstün danışman” olurlar. Böylece bunlar aynı zamanda ülke meclis üyesidirler.

Demek ki, bir ülkede yaklaşık bin üstün ehliyetli meclis üyesi olacak ve bunlar aynı zamanda ilim adamlarıdırlar. Dünyada yüze yakın devlet olduğuna göre dünyada seçilerek gelen sorumlu yüz bin ilim adamı olacaktır. Bunların ittifak ettikleri hususlar ilmi sonuçlar olacaktır. Bunların hepisi dünyanın yuvarlak olduğunu kabul edeceklerdir. Yahut bunların hepisi Newton’un çekim kanununu kabul edeceklerdir. Bunun dışında bilhassa sosyal konularda eğer bir ülkenin üstün ehliyetli meclis üyeleri bir konuda ittifak ediyorlarsa bu müsbet ilmin verisi kabul edilecektir. Mevzuat bu ilmi sonuçlara aykırı olamaz. Buna aykırı mevzuatın yapılabilmesi için aksi bir ittifakın oluşması gerekir.

"Müsbet ilme ve bu anayasanın değişmez hükümlerine aykırılık" Türk Devleti’nin kuruluşunda ortaya konularak zamanla tüm Türk ilim adamlarınca benimsenen veya bu devleti kuran silahlı gücün oturttuğu temel ilkelerdir. Bunların ilmiliği varsayımlar olarak kabul edilmiştir. Bunların tanımı ile yenilik veya ilerilik sağlanacaktır.

"MULGADIR"

”Yürürlükte değildir” demekdir. Meclisin maddeleri teker teker inceleyip ortak irade ile bu mevzuatı ayıklaması mümkün değildir. Hakemlerin de tüm mevzuatı okuyup inceleyip mukayese etmeleri pratikte mümkün değildir. Her karar veren merci, müsbet ilmin kesin sonuçlarına ve değişmez temel maddelere aykırılığı inceleyecek ve eğer o hüküm bunlara aykırı ise onu geçersiz sayacaktır. Elbette iptal edilmeyecektir. Yani başka hakemler başka türlü karar almış olabilirler. Ancak bu şekilde alınan kararlardan dolayı hakemler yüksek hakemlerin nezdinde mühakeme edilir ve dayanışma ortaklıklarınca ödenecek bir tazminata mahkum edilebilir.

Önce her uygulayıcı, herhangi bir mevzuatın müsbet ilme veya Anayasa’nın değişmez temel hükümlerine aykırılığına kendisi karar verecektir. Uygulayıcılar bu hususta danışmanlarından ”teminatlı görüş” alabilecektir. Ancak son hüküm elbette yargının olacaktır. Mevzuatın lağvedilmiş olması bu Anayasa’nın yürürlüğe girmesi tarihinde başlamış olacaktır. Dolayısıyla hakemlerin kararları gerisin geriye de işlemiş olacaktır. Hakemler Anayasa’ya aykırı mevzuatı lağvetmeyecek ama lağvedilmiş olduğuna karar verceklerdir.

Mustafa Kemal de böyle yapmıştı, ”ahkam-ı şer’iyye lağvedilmiştir” demişti. Böylece eskimiş, çağın ihtiyaçlarına cevap vermeyen Osmanlı hukuku lağvedilmiştir. Ne var ki, bu ilgayı tesbit edecek mekanizma getirilmemiştir. Nizamiye mahkemeleri Batı mevzuatı içinde boğulmuş kalmışlardır. Günde otuz duruşma yapan ve otuz davaya bakan hakimler etkin adil bir yargı sağlayamamışlardır. Biz bağımsız ve tarafsız hakemlerden oluşan yargı sistemini getirirken hakimliği kaldırmıyoruz. Yargı birliğini sağlamak için merkezden atanmış hakimlere de önemli görevler veriyoruz. Gerçi bu yerinden yönetime aykırıdır. İleride insanlık bunu terkedecektir. Ancak geçici dönemde böyle bir dengeye zaruret vardır.

Davayı hakimler yürüteceklerdir, tüm kayıt ve tescilleri hakimler yapacakdır. Duruşmaları hakimler yönetecekdir. Sadece soruşturmayı resmi soruşturmacılar yapacaktır. Hükümleri de resmi hakemler verecektir. Hakimlere başka bir yetki daha tanımış oluyoruz. Bu da soruşturma ve hakemlik dosyalarını tetkik ederek kararı onaylamasın veya reddetmesidir. Yalnız kendisi karışmasın. Yeniden başka hakemlerden hakem heyeti oluşturulur ve yeniden muhakemeye başlanır. Bu suretle merkezi denetim şimdilik tamamen muhafaza edilecektir. Bu sistem belki antidemoratiktir. Çünkü hakim bu yolda kararı her zaman önlemiş olabilir. Ancak geçici olarak böyle yaparak ülkenin düzenini tehlikeden korumalıyız.

"AYKIRILIK HER

KADEMEDE "

Sulh hukuk, asliye, sulh ceza, asliye ceza, ağır ceza mahkemeleri ile yargıtay, danıştay, sayıştay ve anayasa mahkemelerinin her biri kendi konuları ile ilgili davalara bakarken Anayasa’nın bu temel değişmez maddelerine aykırı olup olmadığını değerlendirebilirler. Hakemler tartışıp başhakemin kararı ile hükme bağlar ve kararlarını verirler. Bugün olduğu gibi mevzuatın iptali için anayasa mahkemesi veya danıştay dairelerine bırakmazlar.

Ancak, her kademede mahkemelerin bu kararları verirken ülkede yargı birliğinin sağlanması için önemli tedbirler alınması gerekir:

a) Muhakeme hadisenin bulunduğu bucakta yapılmalıdır. Özel hukukta davalının bulunduğu yerin bucağında açılmalıdır.

b) Hakemler, ilçedeki hakemlerden seçilmeli, ancak muhakeme ilgili bucakta yapılmalıdır.

c) Yetkili hakim, davanın açıldığı bucağa gelip orada duruşmaları yürütmelidir.

d) İlçedeki hakemler bölgede ihtisas yapmış hakemleri danışman olarak bulundurmalıdır. Hakemler gerekli gördüklerinde onlarla istişare etmelidirler. Hatta onları da hakemlik görüşmelerine katabilmelidirler.

e) Muhakeme bitip hakemler karar verdikten sonra, hakimler dosyayı tetkik edip tasdik veya reddebilmelidirler.

Hakemler mevzuatı iptal etmezler, fakat müsbet ilme ve Anayasa’nın değişmez maddelerine aykırı mevzuatı uygulamazlar. Bu şekilde uygulanmayan mevzuat, yasama meclislerine götürülür ve yasama meclisleri değiştirirler.

Bir siyasi parti bir mevzuatın Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürerek üstün hakemler nezdinde dava ikame edebilir. Davanın kabulü halinde kanun önerisi meclise gider ve öncelikle görüşülerek hükme bağlanır.

"YARGI TARAFINDAN TESBİT EDİLİR"

Bir ülkenin bütün sorunları tarafsız ve bağımsız yargıyı tesis etmekten geçer. İptal davalarında soruşturmacının yerini bilirkişiler alır. Bilirkişi raporları da demokratik olmalıdır. Bilirkişilik yapabileceklere ehliyet verilir. Bunlar yüksek ve üstün soruşturmacılardır. Bilirkişi raporlarını bölgelerdeki yüksek soruşturmacılar hazırlar.

Özetlersek, yargı mevzuatı iptal edemez, sadece baktığı davalarda uygulamaz. Bunun dışında yargı bilirkişilerin incelemelerine de dayanarak mevzuatın Anayasa’ya aykırı olduğunu tesbit ettirebilir. Bu tesbit davasıdır. Bu tür kararlar meclise göderilir ve bununla ilgili değişiklik önerileri mecliste ivedilikle görüşülür.

SONUÇ:

Hiçbir şey ani olarak değiştirilemez. Bir hasta bile birdenbire iyi olmaz. Tedavi gören, ilaç alan hasta kendi kendisini zamanla tedavi eder. Topluluklarda da durum aynıdır. Kurulacak mekanizma topluluktaki eksikliklerini zamanla kendi kendisine gidertir.

Bu değişmez maddelere tüm mevzuatı uyarlamanın bir çok yararları olacaktır:

a) Her şeyden önce, mevzuat içindeki çelişkiler zamanla ortadan kalkacak ve uyumlu bir hukuk ortaya çıkacaktır.

b) Çelişkili mevzuat nedeniyle farklı uygulamalar ortadan kalkacak, zamanla yargı birliğine gidilecektir.

c) Hakemlik sistemi ile yığılmış bir çok dava dosyaları çok kısa zamanda hükme bağlanarak ülke, çatışan halkın ülkesi olmaktan çıkacaktır.

d) Tüm Türk halkı mevzuatı tartışmaya girecek, bu da hem halkın seviyesini yükseltecek hem de hukukun seviyesi yükselecektir.

e) Bu tartışmalar, on bin yıllık demode olmuş hukuk düzenini kaldırıp, yerine gelecek yeni yüzyılın hukuk düzenini hazırlayacaktır. Böylece Türkiye çağdaş uygarlığın üstüne fiilen çıkmış olacaktır.

Topluluk bilmediği şeylere karşı direnme gösterir. Herkes, bildiklerine ve yaptıklarına kendisini entegre etmiştir. Yeni düzende kimin yeri nerede olacağı bilinemediği için halk daima yeniliğe karşı direnir. Oysa ihtiyaçlar da yeniliğe zorlar. Adil Düzen bunlar arasında denge kuracaktır.

Baştan belirttiğimiz gibi, eski mevzuat kaldırılıp yeni mevzuat gelmeyecektir. İki mevzuat da birlikte devam edeceklerdir. Halk kendiliğinden eski mevzuatı bırakıp yeni mevzuata geçecektir. İşte çoklu hukuk sistemi, bu geçiş devresi için de gerekmektedir. Osmanlılar çoklu hukuk sitemini uygulayarak hata yapmadılar. Osmanlıların hatası, çift yargılı sistemi uygulamalarıdır. Bu yanlıştı ve biz bunu uygulanamayacağını söylüyoruz.

Adil Düzen Partisi, bu maddenin kabulünü halka ve diğer partilere anlatmayı esas amaç kabul eder. Bir partiyi iktidar etmek zordur ama bir fikri iktidar yapmak kolaydır.

1