Hz. Muhammed, savaş sırasında esir alınanlara karşı son derece iyi davranarak onlara insanca muamele edilmesi için mücadele vermiştir. Halbuki bu dönemde Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan krallığı savaşlarda esir alınan binlerce insanın insanca yaşama özgürlüklerini ellerinden almışlar ve köle ticaretini teşvik etmişlerdir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin diğer savaş esirlerine olduğu gibi Bedir esirlerine de iyi davranılmasını emretmesi üzerine sahabeler yiyeceklerini onlarla paylaşmışlar, yaralılar ve yürüyemez durumda halsiz olanları devlere bindirerek kendileri yaya yürümüşlerdir. Müslümanlar sir aldıkları insanı köleleştirmek yerine onları kendilerine öğretmen yaparak öğretecekleri ilim karşılığında serbest bırakmayı tercih etmişlerdir. Bedir savaşı esirleri, bu şartlarla serbest bırakılmışlardır. Müslüman ve Müslüman olmayan pek çok tarihçi, insanlık tarihinde köleliğin kaldırılması ve insanların özgürleştirilmesi için ilk ve ciddi adımların Hz. Muhammed tarafından atıldığını ve köle azat etmeyi bir ibadet olarak telakki eden dinin İslam dini olduğunu ve de kölelerin devlet kuracak kadar önemli mevkilere sadece İslam medeniyetinde yükseldiklerini itiraf etmektedirler. Hollandalı Dozy bu konuda şunları söylemektedir: “İslam dini köle azadı konusunda Hıristiyanlığa nispetle daha toleranslı idi. Hz. Muhammed, Allah’ın rızasını kazanmak için kölelerin serbest bırakılmalarını tavsiye etmişti. Böylece köle azadı, Müslümanlar arasında bir takva göstergesi haline geldi. Bundan dolayı Araplar arasında kölelik uzun süreli olmadığı gibi, kölelik şartları da ağır değildi.” Günümüzde dahi bir işçiyle patron aynı masada yemek yiyemez ve aynı elbiseleri giyemezken Hz. Peygamber, kölelerle aynı sofrada yemek yemeyi ve giydiklerinden onlara da giydirmeyi emrediyordu. Hatta evinde köle olarak bulunan kimseler özgür bırakıldıklarında babalarının yanına gitmeyi dğil Peygamberin yanında yaşamayı tercih ediyorlardı. Hz. Muhammed’in bu ıslahatçı ve özgürlükçü kişiliği hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından takdir edilmiştir. Bunlardan birisi de meşhur Tolstoy’dur: “Peygamber Hz.Muhammed, büyük bir ıslahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur. Bir ümmeti hak nuruna kavuşturdu. Ona bu şeref olarak yeter. Onları kan dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara yükselme yollarını açtı. Onun gibi büyük bir zat her türlü sevgiye layıktır.” Müslümanların tarihinde bu ıslahatçı ve özgürlükçü ruhtan zaman zaman sapmalar olmuşsa da genel olarak onu korumaya çalışanlar daima varolmuşlardır. Bugün İslam’ın ilk ortaya çıktığı bölgelerde ve buna yakın yerlerde tarihte varolan bütün milletler, dinler ve kültürlerin hala yaşamaya devam etmesi bunun en önemli belgelerinden birisidir. Diğer dinler ve milletler, girdikleri bölgelerde, hala kendi dillerini, kültürlerini ve dinlerini yaymaya çalışmaktadırlar ve sömürmek için sulha başvurmaktadırlar. Bunun için bütün imkanlarını ve güçlerini seferber etmektedirler. Halbuki İslam, adalet ve özgürlüğün temini için güç kullanmayı ilke olarak benimsemiştir. Bu nedenle yapılan cephaneler ve baruthanelerin kitabesine, bunların beldeleri harap etmek için değil, ülkeleri imar etmek (İmaru’l-Bilad), insanları huzur ve barış içinde yaşatmak için (Teıihu’n-Nas) inşa edildiklerini ve ancak bu amaca hizmet için kullanılacaklarını yazmışlardır. İslam’ın ve onun peygamberlerinin barışa ve özgürlüğe önem vermeleri ve insani değerler olarak onları yüceltmeleri sebebiyle, Hz.Peygamberin kurduğu devletin ve medeniyetin topraklarına Barış Yurdu (Daru’l-İslam/Selam) veya Emniyet Yurdu (Daru’l-İman), onun merkezine ise “Medine”, yani medeniyet yurdu denilmiştir. Medine veya diğer İslam beldelerini yönetenler de daima huzur ve barışın koruyucuları anlamında 2Şehr Emini” ünvanıyla çağrılmışlardır. Ayrıca Müslümanların idealindeki bu devlet, kendi filozofları tarafından Medinetu’l-Fadıla, Siyasetu’l-Medeniyye veya başka adlarla felsefi romanlarına konu edilmişlerdir.Müslümanların Tarihinde Barış ve Özgürlük İlkesinden Sapmalar :Hz. Peygamberin vefatından sonra, İslam dünyasında barış, özgürlük ve merhamet ilkelerine genel olarak bağlı kalınmaya çalışılmış ve diğer dinlerin sonraki tarihinde görülmeyen başarılar elde edilmiştir. Ancak peygamber dönemiyle kıyaslandığında önemli ölçüde sapmaların olduğu gözden kaçmamaktadır. Peygambersiz bir hayata intibakta güçlükler yaşayan Müslümanlar, henüz 30-40 yıl geçmeden tekrar eski kabilecilik duygularıyla hareket ederek iktidarı ele geçirmek uğruna birbirleriyle savaşmışlardır. Bu iç karışıklıklar ve sosyal bunalımlarda pek çok insan hayatını kaybetmiş ve bugün dahi tedavisi mümkün olmayan yaralar açmıştır. En korkunç olanı, bazı insanların “Allah tarafından dini seçilmişlik” psikolojisine kapılarak önlerine geleni öldürmeleri ve bunun adını da “Allah yolunda savaş” koymalarıdır. Bu anlayışla ortaya çıkanların başında Hariciler gelmektedir. Aşırı derecede dindar olan bu kimseler, kendileri gibi düşünmeyenleri ve günah işleyenleri tekfir ederek bir çok masum insanı acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Onlar, genel olarak bedevi hayattan yerleşik hayata geçmekte sıkıntılar yaşayan kimselerden oluşmaktaydı. Daha önce kapalı bir toplum hayatı yaşayan bu kimseler, İslam’la birlikte büyük bir sosyal değişmeyle karşı karşıya kaldılar. Medeni hayata intibakta oldukça zorlandılar. Bedevi hayatın verdiği sert tabiatlılık ve sistematik düşünce eksikliği, onları olayları kaba kuvvet ve şiddet yoluyla çözmeye sevk etmiştir.  Çünkü böyle bir hayatta farklı görüşlere müsamaha yoktu ve karizmatik toplum anlayışı hakimdi. Asamiyet duygusuyla, dini seçilmişlik inancı birleştiğinde tüyleri ürperten vahşice katliamların meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Hariciler, saygın Sahabilerden Abdullah b. Habbab b. Eret’i, hanımını ve karnındaki çocuğu, sırf kendi fikirlerini benimsemedikleri gerekçesiyle feci bir şekilde öldürmüşlerdir.  Daha sonra onlar bu tür eylemlerini Emevi iktidarına yöneltmişler, ancak şiddet karşı şiddetle neticelenmiştir. Şiddetle beslenen fikirler, gruplar ve devletler, varlıklarını uzun süre devam ettiremediği için, bu anlayış da tarihin derinliklerinde kaybolmak zorunda kalmıştır. Emevilerle Haşimiler arasındaki iktidar mücadelesinde de pek çok kimseye baskı ve işkenceler yapılmış, suikastlar düzenlenmiş, yapılan ihtilal ve ayaklanmalarda pek çok insan acımasız bir şekilde öldürülmüştür. Müslümanların tarihinde meydana gelen bu ve bunun dışındaki İslam’ın ruhuna aykırı olaylarla ilgili ciltler dolusu kitaplar kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları, Kitab’l-Mihen, Mekatilu’t-Talibiyyin ve Esmau’l-Muğtalin adlarıyla meşhurdur. Hicri I. Asrın sonlarında ortaya çıkan ve görüşlerini şiddete başvurarak benimsetmek isteyen gruplardan birisi de Mansuriyye’dir. Aşırı Şii fikirleri benimseyen bu fırka mensupları, liderlerinden aldıkları emirle mehdinin olmadığı dönemlerde kılıçla savaşmanın yasak olduğu gerekçesiyle kendi fikirlerini benimsemeyen insanları ip veya sicimlerle boğmak veya kafalarını ezmek suretiyle öldürüyorlardı. Bunu da gizli cihat olarak telakki ediyorlardı. Bu nedenle, cahil ve bedevi asıllı bu kimselere adam boğucular 8Hannakan) adı verilmişti.  İple boğdukları takdirde kendilerinin katil olmadıklarına inanıyorlardı. Bunlarda tıpqkı Hariciler gibi, medeni hayata intibak etmemiş, İslam’ı doğru anlayabilecek bilgi birikimi ve sistematik düşünceden yoksun olan kimselerdi. Amaçlarına ulaşabilmek için her türlü yolu meşru görüyorlardı. Bu anlayışın tarihin her döneminde, tezahürleri farklı da olsa, varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Nitekim VI./XIII. Asırda aşırı Şii gruplardan Nizari İsmaililere mensup Hasan Sabbah ve adamlarının yaptıkları, öncekilerden hiçbir farkı yoktu ve belki daha da acımasızdı. Kurmuş olduğu Fedai teşkilatıyla, pek çok günahsız insanı ve Müslüman alimi acımasızca öldürtmüştür. Bu cinayet şebekesi, Selçukluları uzun yıllar meşgul etmiş ve güçlükle ortadan kaldırmıştı. Onlar da, dini seçilmişlik psikolojisiyle hareket etmekteydiler ve gerçeğin kendisine bağlanmakta elde edilebileceğine inandıkları masum bir imamın iktidara getirilmesi veya iktidarının kabul ettirilmesi adına bu cinayetleri işlemekteydiler. Günümüzde de, İslam dünyasının çeşitli yerlerinde geçmişte olduğu gibi şiddet yönü ağır basan, İslam’ı siyasi amaçlarına ulaşmakta bir kılıf olarak kullanan, kabile hayatı yaşayan ve medeni hayata intibakta güçlük çeken bazı marjinal gruplar bulunmaktadır. Bunlar, kriz dönemlerinde ortaya çıkan ve dini seçilmişlik psikolojisiyle hareket eden kurtarıcı rolüne bürünmüş kimselerdir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, bunlar bütün Müslümanları ve İslam’ı temsil etmemektedirler. Yalnız bu, sadece İslam’ın değil, tüm dinlerin tarihinde yaşanan evrensel bir olgudur. Cehaletin, dini taassubun ve asabiyetin öne çıktığı toplumlarda, tezahürleri daha korkunç olmaktadır. Her ne şekilde ve her ne amaçla yapılırsa yapılsın, şiddet İslam’ın ruhuna aykırıdır ve hiçbir şekilde tasvib edilemez. Çünkü İslam’ın barışçı, özgürlükçü ve merhamet anlayışını ortadan kaldırmaktadır.

SONUÇ :

İslam, barışı, adaleti ve özgürlüğü esas alan bir dindir. Peygamberinin güvenilirliği, inanan-inanmayan herkes tarafından doğrulanmıştır. Bu dine inanan kimseler, elinden ve dilinden hiçbir şekilde zarar gelmeyen Müslüman; kendisiyle barışık ve başkalarına da güven telkin eden mümin olarak bilinirler. Ona inananların yaşadığı yurt, emniyet ve barış ülkesidir. Sözü edilen dinin medeniyeti ise, barış, merhamet ve ilim medeniyetidir. İslam’ın yirmi üç yıllık tarihinde Hz. Peygamber ve Müslümanlar, bu ilkeleri korumaya ve insani değerler olarak kurumlaştırmaya çalışmışlardır. Onların bu tavrı, haksızlıklar karşısında, insan haklarının, din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği durumlarda sessiz ve pasif kaldıkları şeklinde yorumlanamaz. Bu durumlarda, daima haksızlığın karşısında olmuşlar, hak ve adaleti hakim kılmak için bir Müslüman ve bir insan olarak ne gerekiyorsa onu yaptıkları tarihi belgelerle sabittir. Daha sonraki dönemlerde de, bazı aşırı gruplar ortaya çıkmışsa da, Müslümanlar hiçbir zaman topyekün şiddet taraftarı olmamış, fethettikleri yerlerde, insanların dinlerini, dillerini ve kültürlerini zorla değiştirme yoluna gitmemişler ve farklı dinin mensupları olduğu için asla Hıristiyan ve Yahudi soy kırımı yapmamışlardır. Bugün bütün dinlerde olduğu gibi Müslümanlar arasında da şiddet taraftarları vardır. Ancak bu olgunun sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasi sebepleri iyice tahlil edildiğinde, Müslümanlar arasındaki bu şiddetin kaynağının Kur’an ve İslam olmadığı ancak yapılanları meşrulaştırmakta onların kılıf olarak kullanıldıkları görülecektir. Bu nedenle, bazı aşırı grupların yaptıkları şiddet ve terör eylemlerini delil göstererek İslam’la şiddet arasında bağ kurmak yahut bütün Müslümanları şiddet taraftarı göstermek son derece yanlıştır. Artık Müslümanların da, bilgi çağında yaşadıklarını, en etkili gücün bilgi olduğunu, kahramanların savaş meydanlarından değil, bilim kurumlarından, laboratuarlardan ve diplomasi kulislerinden çıktığını anlamalı ve bu sahalarda kahramanlar çıkarmak için bütün güçlerini seferber etmelidirler. XXI. Yüzyılın insanı, barış, özgürlük, adalet ve merhameti esas alan şeffaf bir dünya görüşüne daha fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılayabilecek potansiyele sahip dinlerden en şyanslısı İslam’dır

1