akla ziyan > kültür > Keşif (Denys Val Baker)
Çeviren: Deniz Yönter * Orijinal adı: The Discovery
Kil havuzunu ilk bulduğumuz sabahı çok iyi hatırlıyorum:
Luke ile, Cornwall tarzı eski bir maden işletmesi evinin kalıntıları arasından dik bir patikayı tırmanıp da yosun kaplı tepeciği aşar aşmaz işte karşımızdaydı, önümüzdeki büyük
sessiz boşlukta o pırıl pırıl mavilik uzanıyordu, inanılmaz
derecede parlak mavi bir yüzeydi.
Ailemizle beraber St. Ives'ın yukarısındaki Penwith
tepelerinde bulunan Nancledra'nın dışında, bir kulübede kalırdık.
Hepten çorak ve sert görünüyordu tepeler ve sağda solda bir
madenin bacası tek başına ve güçsüz, o sonsuz ökyüzüne
doğru uzanırdı. Madenler uzun bir süredir suskundu, şaftlari
uzun süredir suyla doluydu ve parça parça dökülmekte olan
makina kafaları sadece geçmişin tuhaf havasını vurgulardı.
Londra'nin kirli sisinden uzaklaşmaktan memnun iki genç için
burası keşfedilmeye hazırdı ve pek çok sabah Luke ile ben
serüven merakıyla dışarıya fırlardık. Luke benim abimdi,
on beş yaşlarındaydı ve benden üç yaş büyüktü, boyun eğmekten
şikayetçi olmadığım, doğuştan gelen bir otoritesi vardı.
Uzun boylu ve açık tenliydi, erkekliğe henüz adım atan oğlanların
çekiciliğine sahipti: bense yaninda kendimi yetersiz ve
beceriksiz bir okul çocuğu gibi hissederdim. Söylemeye gerek
var mi bilmiyorum, erkek çocukların o kırılgan yaşlarda
duydukları o tuhaf bağlılık duygusuyla abime tapardım.
Doğal olarak başı çekerdi Luke keşif gezilerimizde. Luke şöyle
derdi, "Bakalım Chyauster'deki o eski Roma köyünü
bulabilecek miyiz." Ya da, "Castle-en-Dinas neymiş,
gidip görelim bakalım." Luke on beş yaşında, yeterince
büyümüş bir yetişkin olarak eşek şakaları yapmayı ihmal
etmez, bense içten içe kendimizi, eski Britanyalı'lardan oluşan
keşif kolunun parçası ya da Davy Crockett'in günümüzdeki
bir karşılığı olarak hayal eder dururdum.
Tutumlarımız ne olursa olsun, bence her ikimiz de Cornwall düzlüklerinin o muhteşem tenhâlığı ve gizemi karşısında her zaman büyülenir kalırdık, geçmişin tuhaf günleri ve çağrışımlarıyla o kadar dopdoluyduk ki. George Meredith'in yazdıklarından da okuduğum gibi, Cornwall'da geçmişi her an yanınızda hissederdiniz. Luke ile ben de, her an garip , belki de doğaüstü bir şeyin olabileceği duygusunu hep içimizde taşırdık.
Mavi kireç gölcüğünü keşfimiz de sanki tamamıyla böyle
oldu. Bir ya da iki çiftçinin bundan söz ettiklerini duymuştuk,
ama öylesine. Nedense bize gerçek gibi gelmemişti. Bizim için
orası genel mitolojinin bir parçasıydı, bir yerlerde öyle
bir yer bulunuyordu.
Sonra birden, aniden, o zarif, o saydam güzelliğiyle, şaşkınlıkla
bakan gözlerimizin önüne uzanıvermişti. Dağların içinden
yürüyüp gelmiş ve karşısında bir göl buluvermiş her
insan, bütün suların kaynağı diye bildiğimiz denizden
kilometrelerce uzakta, üstelik bu kadar yukarıda, hapsolmuş
bir su görmenin o tuhaf heyecanını bilir. Fakat göl suyu
genelde soluk gri veya yeşil olduğu halde, bizim bulduğumuz
oldukça farklıydı; bu göz kamaştıran parlak bir maviydi,
denizin ta kendisi bile denebilirdi. Dahası, çepeçevre kıyısında
meyilli kumlar vardı, gerçek bir kumsal gibiydi.
Luke ile ikimizin, orada yukarıda, nasıl da o kadar uzun süre
dikilip bakakaldığımızı hatırlıyorum. Belki de ikimiz de
hayatımızda böylesine güzel bir şey görmemiştik ve tadına
varmak istiyorduk, hem de sonuna kadar.
Sonra gerçeğe döndük ve çılgınca neşe çığlıklarıyla
yokuştan aşağıya, beyaz geniş kumların üzerinden gizli ve
gizemli mavi denizin kıyısına koşturduk.
"Bak Luke," diye bağırdım merakla işaret ederek.
"En dibi görebiliyorsun!"
Gerçekten de su kristal kadar berraktı, tertemizdi ve saftı.
Orada ne kadar süredir sessizce yatıyordu? Küçük bir
damladan birikmeye başlayıp, giderek daha da yükselmesi, etrafındaki
kireç çukurunun daha da derinleşmesi ve bunun sonucu daha çok
yer kaplaması için kaç yüzyıl gerekmişti? Bilemezdik, mavi
gölcük dinginlik içinde bize bakıyordu, biz ise onun bütün
sırlarına erişemeyeceğimizi biliyorduk.
Ama en azından bize yeni, harika bir oyun alanı sunuyordu. Çünkü
en azından
karmakarışık yabani bitkiler arasında kaybolmadan önce kumlu
kıyıyı yarısına kadar takip edebiliyorduk. 'Sahilde' bir çok
kıvrım vardı ve her birinde farklı bir heyecan
bulabiliyorduk. Bir yerde, tepeden küçük kırmızı renkli bir
su fışkırmıştı ve gölcüğe ince bir şerit halinde akıyordu,
biz de onun üstüne kırık kaya parçalarıyla baraj yaparak
saatler geçirmişik. Başka bir yerde bir ağaç tuhaf bir biçimde
suyun üzerine doğru uzanmıştı. Sarkmakta olan ağaca kedi
gibi tırmanmış, uzanabileceğimiz bir yere kadar gelmiş, ulaşılmaz
derecede aşağıda görünen suyun derinliklerine dalmıştık.
"Ayy! Aşağıya düşmek istemem doğrusu," dedi Luke.
Ama bu sözlerinin gerisinde gerçek bir korku yoktu. Her nasılsa
bu mavi gölcük o türden değildi. Garipti, bazı zamanlar
korkutucuydu ve kesinlikle kendine özgü bir dünyadı; ama
asla, Cornwall'ın bazı kesimlerinin olduğu kadar uğursuz veya
düşmanca değildi. Her zaman, her ikimiz için de kendine özgü
sihirli bir krallık, bizim mavi cennetimiz oldu.
Sessiz bir uzlaşma sayesinde Luke ile ben, gölcük konusunda
neredeyse hiç konuşmuyorduk. Bu bizim sırrımızdı ve bu sırrı
kendimize saklamak istiyorduk, öyle de yaptık, ailemizden
sakladık. Tabii oraya her gün olmasa da çoğu zaman giderdik -
bazen sabahları çok erken, bir iki sefer de akşamları günbatımı
gölcüğe ilâve bir güzellik kattığında.
Çocukların basit mantığıyla ölcüğün kendimize ait olduğunu
düşünmeye başlamıştık. Hem eski kâşifler gibi bulmamış
mıydık orayı o sabah tepeciği aştığımızda. Onların
duyduğu gurur ve sahiplenme duygusuna benzer şeyleri bizim de
hissetiğimizi düşünüyorum.
Tabii bir akşam üzeri krallığımızın yabancılar tarafından
istila edildiğini görmek bizi çok üzdü. Bir ağacı siper alıp
kızgınlıkla izledik. Oradaydılar işte, biraz uzakta saygısızca
dolanıyorlardı. Uzun boylu, endamlı, bastonlu bir adam ve genç
bir kız.
Kuşkuyla izledik, gitmelerini ve huzurumuzu bozmamalarını
istiyorduk. Ama böyle bir şey yapmadılar; hatta bir süre
sonra bastonlu adam büyük bir kayanın üzerine oturdu ve
sandviç paketini açmaya başladı, küçük kız da gidip yanına
oturdu ve yemeğe başladılar.
Her nasılsa Luke ile ben ne yaptığımızı çok iyi bilerek
kumsala indik. Genelde zıplayıp oynardık ya da birbirimizi
kovalardık veya kayalıklara tırmanıtdık. Bu sefer her
nedense bunları yapmak olanaksızdı. Yabancıların varlığını
sürekli hissediyorduk. Sırrımıza ortak olmaları, aldığımız
zevkten bizi mahrum etmişti.
Ancak gitmek için ayağa kalkıp oturduğumuz yerin yanından geçerlerken,
kederli bir halde suya taş atmakta olan biz, üzerimizdeki sıkıntının
hafiflediğini hissettik. Bize doğru gelirlerken merakımızdan
bakmamazlık edemedik. Adam oldukça yaşlı göründü bize.
Gri, kıpkıvırcık saçları vardı ve yüzü çizgilerle
doluydu. Bastonuna dayanıyordu ve bir ayağı sakattı. Yanımıza
geldiğinde durakladı, gür kaşlarının altından bizi
dikkatle izledi.
"Ha!" diye gürledi. "Kaptan Morgan ve Kaptan
Kidd' le müşerref oluyorum herhalde."
Döndü ve havuza doğru bastonu uzatarak, "Dikkat etseniz
iyi olur, ufukta resmi bir savaş gemisi görünüyor."
Sonra tekrar "Ha!" ve "Ho!" diyerek yoluna
devam etti. Bunu yaparken, ikimiz de, adamın hemen arkasındaki
kızın farkındaydık. Göl ile neredeyse aynı renk olan bir
elbise giymişti ve kendi zarif görüntüsü göle nispet yapar
gibi parlıyordu. Atkuyruğu halinde arkayatopladığı koyuä
renk saçları sırtına doğru sarkıyordu, mavi gözlerininse
bize baktığında kocaman ve ciddi göründüğünü hatırlıyorum.
Onun dışında bu kızda değişik bir şey fark etmedim. Bir kızdı
işte, benden büyüktü, belki de Luke ile aynı yaştaydı.
Fakat biliyordum Luke daha farklı hissediyordu. Bu konuda bir şey
söylediğinden değil, sadece Luke' un kıza bakışından ve kızın
babasının elini tutup da yürürken bir ya da iki kere dönüp
arkaya bakışından bunu çıkardım. O an orada duyduğum bir
his diyebilirsiniz.
"Gittiklerine memnunum," dedim, Luke' un ilgisinin farkında
olmamdan duyduğum rahatsızlıkla.
Luke, gidişlerini, tepeye çıkışlarını onlar gözden
kaybolana kadar seyretti. Yüzünde boş bir ifade vardı, sanki
düşünceleri çok uzak bir yerlere kaymıştı.
"Evet," dedi. Büyük bir taş aldı ve gölcüğe, çok
uzağa fırlattı, dalgacıkların kıyıya geri dönüşünü
izledi.
"Kim olduklarını merak ediyorum," dedi Luke.
Kısa bir süre sonra öğrendik. Tesadüf mü yoksa bilerek mi
asla bilemem ama, ertesi gün yine oradaydılar. Bu kez, bu işler
her zaman nasıl başlarsa o şekilde konuşmaya başladık.
Herhalde bastonlu, gür sesli adam korsanlar üzerine şakalarıyla
başlatmıştır muhabbeti. O adamı bayağı sevdim. Kıpkıvırcık
saçları ve geniş omuzlarıyla bana kocaman bir ayıyı anımsatıyordu;
doğru ya da yanlış bir biçimde ayılarla özdeşleştirdiğim
dostluk ve sıcaklık onda vardı.
Dikkatinizi çekerim çok konuşkan bir ayıydı. Konuşma
eyleminin ta kendisinden hoşlanıyordu. Sesi gırtlağının
derinliklerinden gelen bir gürlemeydi, havuzun üzerinde yankılanıp
duruyordu. Hayaller üzerine konuşurken de konuşma tarzı çok
tuhaftı. Bizi korsan olarak mimlediği gibi, gündelik şeylerden
ve olaylardan da öyle bir söz edişi vardı ki, herşeyi olağandışı
bir hale sokardı.
"Cornwall'da yaşamayı bu yüzden seviyorum, evlat,"
demişti bir keresinde bana.
"Evimde gibi hissediyorum,di mi ya. Ha!"
Kızı Elizabeth daha az konuşuyordu. İlk başta babasına çok
yakın oturuyor, bize o yuvarlak, meraklı gözleriyle bakıyordu.
Aslında onu çekingenliğinden ilk kurtaran babasının kahkahası
ve bastonunu sağa sola sallaması oldu.
"Hadi kızım, korkmana gerek yok. Onlar da senin gibi çocuk.
Git oyna."
O kadar kolay değildi bu. Elizabeth, adının de belli ettiği
gibi o sessiz ve ciddi tiplerdendi. Tahmin ederim Bay Slater - bu
babasının adıydı - onu çok iyi anlıyordu, onu bizimle
arkadaşlığa teşvik ediyor, ama asla zorlamıyor veya üstüne
gitmiyordu. Kızına çok düşkündü, bunu görüyorduk. Daha
sonra öğrendiğimize göre karısı yeni ölmüştü ve Bay
Slater kızını kendi başına büyütüyordu.
Galiba baştan beri ona muhaliftim. Belki de kuşku duyuyordum
ona karşı. O çok narin , ruh gibi, açık tenli halinden de, o
yusyuvarlak masum gözlerden de şüpheleniyordum. O utangaçlığa,
o yumuşak çekingenliğe hiç inancım yoktu. İçimde bir
yerlerde, bu kızın, kadınların hamurundan yapıldığını da
biliyordum.
Zamanla birlikte oynamaya başladık, üçümüz bir arada. Çoğu
akşamüstü gelir ve
Bay Slater ile Elizabeth ' i çoktan gelmiş, bekler bir halde
bulurduk. Sonra beraber oynamaya giderek, bir kayaya yaslanan ve
gölcüğü seyreden Bay Slater ' ı yalnız bırakırdık.
Oynardık, ama eskisi gibi değil, en azından benim için değil.
Hâlâ keşiflere çıkıyor, ağaca tırmanıyor ve kendimize
macera yaratıyorduk. Fakat hiçbiri eskisi gibi değildi. Üstelik
kendisi farkında olmasa bile Elizabeth, o garip, kızlara özgü
kısıtlamalarla ortamı yumuşatıyordu. Bir iki kez Luke' un,
Elizabeth' e suyun veya bir dalın üstünden atlaması için
yardım ettiğini gördüm, hafifçe sırıtışını, Elizabeth'
in kolunu tutuşunu. Kızlar, diye düşündüm. Kızlar. . .
Bazen bu ruh haliyle tek başıma ayrılır, kendi başıma dolanır
durur, bazen Bay Slater'ın oturduğu yere giderdim. Galiba eğlenmek
için gidiyordum. Şaşırtıcı imgelerle düşünüşü ve
hayal ürünü dünyalar var etmesi hoşuma gidiyordu. Kendisi
yazardı, bu bana çok bir şey ifade etmediği halde, şu kesin
ki Elizabeth'in bu kelimeyi söyleyişindeki değişik ses tonu,
bunun ayrıcalıklı bir iş olduğunu anlamama yetti.
"Her sabah odasındadır yazmak için. Sekiz kitap yazdı,"
dedi Elizabeth,
söylediklerini önemseyerek.
Luke ıslık çaldı.
"Çok zeki olmalı."
Bense ikisine de kızgınlıkla baktım, laf olsun diye konuştuklarını
biliyordum, Bay Slater'in zekâsını benim kadar iyi anlamıyorlardı
aslında. Yazdığı kitap sayısı önemli değildi benim için,
onun ne kadar özel bir insan olduğunu anlamam yetiyordu.
"Şu martıya bak, evlat," derdi, bastonunu uzatarak.
"Bütün o uçaklarınızdan daha güzel. Hem fabrika malı
da değil, ha?"
"Gökyüzü bugün tablo gibi, evlat. Renklerdeki o bildik fırça
izlerini görebiliyor musun,kızıl, turuncu ve lacivert. İşte
pat-pat-pat!"
Her nasılsa, Bay Slater'ın o meraklı bakışları , o muhteşem
ama bir o kadar da karmakarış ve açıklanamaz şeylerle dolu dünyaya
bakışlarım değişti.
Ama bütün o süre boyunca Luke ve Elizabeth kumsalın aşağısında
oynuyor ve belki de kendi kendilerine değişik oyunlar
kuruyorlardı.
Sonra bir akşamüstü Elizabeth yalnız başına gelerek bizi şaşırtmıştı.
Babasının dinlenmek için biraz uzanmak istediğini söylemişti.
Belki daha sonra gelecekti.
Elizabeth'i hatırlıyorum o gün. Parlak yeşil bir bluz ve kırmızı
bir etek giymişti; nedense olduğundan çok daha büyük görünüyordu,
yetişkin biri gibi.
Evet, garip bir şey bu ama, öncekinden farklı bir görüntüsü
vardı. Buna hiç kuşku yoktu. Sanki babasının yokluğu onu
daha özgür kılmıştı. Belki de içten içe hep, o
yol gösteren elden azat olmak istemiş, onu hep koruyup kollayan
varlığı aslında pek de istememişti.
Bilemiyorum. O zaman da anlamamıştım, şimdi de anlayacağımı
sanmıyorum. Sadece bu kızın farklı bir kız olduğunu
biliyordum, bildiğim bir şey de Luke' ün de aynı şeyi
hissetiğiydi; çünkü Elizabeth'e şaşkın şaşkın bakıp
durdu; tabii Elizabeth de gözlerini ona çevirene kadar sürmüştü
bakışı. Sonra abime daha önce hiç görmediğim bir şey
oldu. Kızardı. Luke, yani abim, kızardı.
Beyaz kumlu kumsal üzerinde boylu boyunca yürüdük, mükemmel
bir akşamüstü idi, güneş alçalıyor, kumlar ayaklarımızı
yakıyordu. Soğuk berrak bir suya derinlemesine dalmanın ne
kadar harika olacağından başka bir şey düşünemediğiniz
bir akşamüstüydü.
"Bir fikrim var," dedi Elizabeth birden. "Suya
girelim mi? / Yüzelim mi?"
Luke ve ben geçmişte yapılmış bu tür önerilerin veto
edildiğini/kabul edilmediğini hatırlayarak Elizabeth'e baktık.
Bu tür bir öneriye engel teşkil eden Bay Slater'ın ilk defa
olarak yanımızda olmadığını fark etmek için, Elizabeth' in
gözlerindeki o hiç alışılmadık parıltıyı görmemize
gerek yoktu.
"Asla bilemezsiniz ne olacağını," derdi kocaman başını
ciddi bir biçimde sallayarak, "Orta kesimdeki yutan kumlar
var. . . çok da derin. . . sizin yaşınızda insan risk almamalı."
Onun sözünden çıkmayacağımız belliydi, yine de içten içe
hissettiğimiz şey, tehlikelerin önemli olmadığıydı. Gençtik
ve sağlıklıydık. Üstesinden gelirdik. Suya girme düşüncesi
bizi her zaman için fazlasıyla kışkırtmıştı bizi.
"Tamam," dedi Luke birden. "Ben varım."
"Ben de varım," dedim, fikrin Elizabeth' e ait olması
hoşuma gitmesini engellememişti.
Luke duraksadı. "Mayomuz yok ki."
Elizabeth onu duymamış görünüyordu. Çoktan arkasını dönmüş
ve bir çimen kümesine gitmek için taşlara adım atmıştı.
"Mayosuz gireceğiz." Hafifçe dönüp baktı, gizli
bir hınzırlık ifadesi sezdim gözlerinde sanki, bakışları
Luke'ydi.
"Ben suya girene kadar bakmayacağınıza söz verin."
Söz verdik ve kararlı bir biçimde arkamızı döndük. Bir an
küçük bir bakış fırlatınca ben Luke omzuma tokadı şaplattı,
oldukça sert vurmuştu. Şaşkınlık içinde baktım ona ve yüzünde
tuhaf bir ifade gördüm.
"Böyle yapmamalısın," dedi. "Asla."
Birden ani bir hava hareketi ile bir ses , sonra cof diye su sesi
ve ardınan da son olarak suyun etrafa sıçrama sesi duyuldu. Ve
bir süre sonra Elizabeth bir hayli uzaktan seslendi.
"Tamamdır, hadi gelin. Su çok güzel, gerçekten çok güzel."
Çabucak soyunduk ve kendimizi şu bizim bildik büyülü mavi gölcüğümüzün
sularına attık. Ne kadar serin, ne kadar hayat
vericiydi/tazeleyiciydi su, dokunması öylesine yumuşaktı ki -
güneşin o kızgın sıcağından böylesine
bir serinliğe atlmak gibisi yoktu.
Bir süre suyu çırpa çırpa oynadık, sonra da yüzmeye başladık.
O ana kadar boyumuzu aşacak derinliğe gitmemiştik, ancak şimdi
Luke, tam ters istikamette bulunan, sudan başını çıkarmış
bir kayaya kadar yüzmeyi teklif ediyordu. Çok uzak değildi;
ama yapamayacağımı biliyordum.
Luke da bunu biliyordu ve gelmeye kalkmamam için beni ciddi biçimde
uyardı.
Sonra her ikisi de çok iyi birer yüzücü olan Elizabeth ve
abim, yanyana yüzmeye koyuldular.
Orada dikildim ve gidişlerini izledim, vücutları beyaz, hatta
o berrak suyun içinde şeffafmış gibi göründü bana. Birden
iki yabancıyı, havuzun yaratıklarını iziyormuşum duygusuna
kapıldım. Benimkilerden çok daha uzun olan bacakları, gölcüğün
o sonsuz maviliğiyle birleşiyormuş gibi geldi. Kısa bir süre
sonra sadece,bir o yana bir bu yana dönen kafaları seçer,
uzaktan birbirlerine bağırırkenki gülüşlerinin sesini duyar
oldum.
Sonra aniden, kendimi anlatılamaz derecede yalnız hissettim.
Suda daha fazla kalmayı istemiyor, hatta kendimi odukça aptal
hissediyordum. Hızla geri dönüp
kıyıya koştum ve giysilerimi giydim. Sonra rasgele arkamı döndüğümde
Bay Slater'ı gördüm.
Henüz gelmişti ve her zaman oturduğu taşın yanında
dikiliyordu, bastonuna dayanmıştı ve suya bakıyordu. Bakışlarını
takip ettiğimde kızı Elizabeth ve Luke'ü izlediğini gördüm.
Kayaya ulaşmışlardı,bir yandan tutunuyorlar, bir yandan
birbirlerine su sıçratıyorlardı kaygısızca. Yüzlerini göremeyeceğimiz
kadar uzaktaydılar, yine de gülüşmelerini oldukça iyi
duyabiliyorduk. Sesler gölcüğün üzerine doğru oldukça net
bir tonda, güneş ışığının o olumlu anlamını ifade
edercesine yükseliyordu. Gülüşlerindeki o tonu, seslerindeki
o mutluluğu algılamamak imkânsızdı.
Onu seyrederken Bay Slater' ın, koca ayının, neredeyse büzülüp
kaldığını gördüm sanki. Omuzlarının düştüğünü ve bütün
vücudunun, taşıyamayacağı bir ağırlık yüzünden
bastonuna dayandığını gördüm sanki. O an son derecede
rahatsız hissettim. Ve sonra Bay Slater arkasını dönüp,
geldiği yoldan gerisin geriye yürümeye başladı.
"Bay Slater!" diye seslendim. "Bay Slater!"
Durmadı, ama peşinden koşup onu, kenarında böğürtlen çalılarının
olduğu patikada yakaladım. Hiçbirşey konuşmadı, şimdi anlıyorum
ki o an duygularının hükmü altındaydı. Ben de öyleydim o yüzden.
Kendi yazlıklarına kadar tüm yolu sessizlik içinde yürüdük,
ancak sundurmalarının geniş taşlı yoluna gelince, döndü
bana ve elini başıma koydu.
"Ah, evlat, merak etme - bir gün sen de büyüyeceksin."
O zamanlar ne demek istediğini tam manâsıyla anlamamıştım,
fakat şimdi anlıyorum. Bir sonraki gün gölcüğe tekrar
gittim. Gün ortasının sıcağında pırıl pırıl ve sepserin
duruyordu orada, dingin güzelliğinde göz ziyafeti çekerken
hatırlamadan da edemedim. Sanırım Bay Slater ve ben aynı şey
için yas tutmuştuk. Bir yaz gününde mavi gölcüğün büyüsü,
gençlerin büyümesi, aşkın çiçek açması ile ilgili bir şey.
Fakat dürüst olmak gerekirse, sanırım başka bir şey daha
vardı; koyu renkli at kuyruğu saçı, yuvarlak sorgulayan gözleri
olan bir kızla ilgili bir şey, hayatımın geri kalan kısmında
bir parçam hep, keşke o kişi Luke değil de ben olsaydım,
onunla mavi gölcüğün bilinmeyen bakir sularında ben yüzseydim
dedi.