akla ziyan > kültür > Keşif (Denys Val Baker)

Çeviren: Deniz Yönter * Orijinal adı: The Discovery
Kil havuzunu ilk bulduğumuz sabahı çok iyi hatırlıyorum: Luke ile, Cornwall tarzı eski bir maden işletmesi evinin kalıntıları arasından dik bir patikayı tırmanıp da yosun kaplı tepeciği aşar aşmaz işte karşımızdaydı, önümüzdeki büyük sessiz boşlukta o pırıl pırıl mavilik uzanıyordu, inanılmaz derecede parlak mavi bir yüzeydi.
Ailemizle beraber St. Ives'ın yukarısındaki Penwith tepelerinde bulunan Nancledra'nın dışında, bir kulübede kalırdık. Hepten çorak ve sert görünüyordu tepeler ve sağda solda bir madenin bacası tek başına ve güçsüz, o sonsuz ökyüzüne doğru uzanırdı. Madenler uzun bir süredir suskundu, şaftlari uzun süredir suyla doluydu ve parça parça dökülmekte olan makina kafaları sadece geçmişin tuhaf havasını vurgulardı.
Londra'nin kirli sisinden uzaklaşmaktan memnun iki genç için burası keşfedilmeye hazırdı ve pek çok sabah Luke ile ben serüven merakıyla dışarıya fırlardık. Luke benim abimdi, on beş yaşlarındaydı ve benden üç yaş büyüktü, boyun eğmekten şikayetçi olmadığım, doğuştan gelen bir otoritesi vardı. Uzun boylu ve açık tenliydi, erkekliğe henüz adım atan oğlanların çekiciliğine sahipti: bense yaninda kendimi yetersiz ve beceriksiz bir okul çocuğu gibi hissederdim. Söylemeye gerek var mi bilmiyorum, erkek çocukların o kırılgan yaşlarda duydukları o tuhaf bağlılık duygusuyla abime tapardım.
Doğal olarak başı çekerdi Luke keşif gezilerimizde. Luke şöyle derdi, "Bakalım Chyauster'deki o eski Roma köyünü bulabilecek miyiz." Ya da, "Castle-en-Dinas neymiş, gidip görelim bakalım." Luke on beş yaşında, yeterince büyümüş bir yetişkin olarak eşek şakaları yapmayı ihmal etmez, bense içten içe kendimizi, eski Britanyalı'lardan oluşan keşif kolunun parçası ya da Davy Crockett'in günümüzdeki bir karşılığı olarak hayal eder dururdum.
Tutumlarımız ne olursa olsun, bence her ikimiz de Cornwall düzlüklerinin o muhteşem tenhâlığı ve gizemi karşısında her zaman büyülenir kalırdık, geçmişin tuhaf günleri ve çağrışımlarıyla o kadar dopdoluyduk ki. George Meredith'in yazdıklarından da okuduğum gibi, Cornwall'da geçmişi her an yanınızda hissederdiniz. Luke ile ben de, her an garip , belki de doğaüstü bir şeyin olabileceği duygusunu hep içimizde taşırdık.
Mavi kireç gölcüğünü keşfimiz de sanki tamamıyla böyle oldu. Bir ya da iki çiftçinin bundan söz ettiklerini duymuştuk, ama öylesine. Nedense bize gerçek gibi gelmemişti. Bizim için orası genel mitolojinin bir parçasıydı, bir yerlerde öyle bir yer bulunuyordu.
Sonra birden, aniden, o zarif, o saydam güzelliğiyle, şaşkınlıkla bakan gözlerimizin önüne uzanıvermişti. Dağların içinden yürüyüp gelmiş ve karşısında bir göl buluvermiş her insan, bütün suların kaynağı diye bildiğimiz denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bu kadar yukarıda, hapsolmuş bir su görmenin o tuhaf heyecanını bilir. Fakat göl suyu genelde soluk gri veya yeşil olduğu halde, bizim bulduğumuz oldukça farklıydı; bu göz kamaştıran parlak bir maviydi, denizin ta kendisi bile denebilirdi. Dahası, çepeçevre kıyısında meyilli kumlar vardı, gerçek bir kumsal gibiydi.
Luke ile ikimizin, orada yukarıda, nasıl da o kadar uzun süre dikilip bakakaldığımızı hatırlıyorum. Belki de ikimiz de hayatımızda böylesine güzel bir şey görmemiştik ve tadına varmak istiyorduk, hem de sonuna kadar.
Sonra gerçeğe döndük ve çılgınca neşe çığlıklarıyla yokuştan aşağıya, beyaz geniş kumların üzerinden gizli ve gizemli mavi denizin kıyısına koşturduk.
"Bak Luke," diye bağırdım merakla işaret ederek. "En dibi görebiliyorsun!"
Gerçekten de su kristal kadar berraktı, tertemizdi ve saftı. Orada ne kadar süredir sessizce yatıyordu? Küçük bir damladan birikmeye başlayıp, giderek daha da yükselmesi, etrafındaki kireç çukurunun daha da derinleşmesi ve bunun sonucu daha çok yer kaplaması için kaç yüzyıl gerekmişti? Bilemezdik, mavi gölcük dinginlik içinde bize bakıyordu, biz ise onun bütün sırlarına erişemeyeceğimizi biliyorduk.
Ama en azından bize yeni, harika bir oyun alanı sunuyordu. Çünkü en azından
karmakarışık yabani bitkiler arasında kaybolmadan önce kumlu kıyıyı yarısına kadar takip edebiliyorduk. 'Sahilde' bir çok kıvrım vardı ve her birinde farklı bir heyecan bulabiliyorduk. Bir yerde, tepeden küçük kırmızı renkli bir su fışkırmıştı ve gölcüğe ince bir şerit halinde akıyordu, biz de onun üstüne kırık kaya parçalarıyla baraj yaparak saatler geçirmişik. Başka bir yerde bir ağaç tuhaf bir biçimde suyun üzerine doğru uzanmıştı. Sarkmakta olan ağaca kedi gibi tırmanmış, uzanabileceğimiz bir yere kadar gelmiş, ulaşılmaz derecede aşağıda görünen suyun derinliklerine dalmıştık.
"Ayy! Aşağıya düşmek istemem doğrusu," dedi Luke.
Ama bu sözlerinin gerisinde gerçek bir korku yoktu. Her nasılsa bu mavi gölcük o türden değildi. Garipti, bazı zamanlar korkutucuydu ve kesinlikle kendine özgü bir dünyadı; ama asla, Cornwall'ın bazı kesimlerinin olduğu kadar uğursuz veya düşmanca değildi. Her zaman, her ikimiz için de kendine özgü sihirli bir krallık, bizim mavi cennetimiz oldu.
Sessiz bir uzlaşma sayesinde Luke ile ben, gölcük konusunda neredeyse hiç konuşmuyorduk. Bu bizim sırrımızdı ve bu sırrı kendimize saklamak istiyorduk, öyle de yaptık, ailemizden sakladık. Tabii oraya her gün olmasa da çoğu zaman giderdik - bazen sabahları çok erken, bir iki sefer de akşamları günbatımı gölcüğe ilâve bir güzellik kattığında.
Çocukların basit mantığıyla ölcüğün kendimize ait olduğunu düşünmeye başlamıştık. Hem eski kâşifler gibi bulmamış mıydık orayı o sabah tepeciği aştığımızda. Onların duyduğu gurur ve sahiplenme duygusuna benzer şeyleri bizim de hissetiğimizi düşünüyorum.
Tabii bir akşam üzeri krallığımızın yabancılar tarafından istila edildiğini görmek bizi çok üzdü. Bir ağacı siper alıp kızgınlıkla izledik. Oradaydılar işte, biraz uzakta saygısızca dolanıyorlardı. Uzun boylu, endamlı, bastonlu bir adam ve genç bir kız.
Kuşkuyla izledik, gitmelerini ve huzurumuzu bozmamalarını istiyorduk. Ama böyle bir şey yapmadılar; hatta bir süre sonra bastonlu adam büyük bir kayanın üzerine oturdu ve sandviç paketini açmaya başladı, küçük kız da gidip yanına oturdu ve yemeğe başladılar.
Her nasılsa Luke ile ben ne yaptığımızı çok iyi bilerek kumsala indik. Genelde zıplayıp oynardık ya da birbirimizi kovalardık veya kayalıklara tırmanıtdık. Bu sefer her nedense bunları yapmak olanaksızdı. Yabancıların varlığını sürekli hissediyorduk. Sırrımıza ortak olmaları, aldığımız zevkten bizi mahrum etmişti.
Ancak gitmek için ayağa kalkıp oturduğumuz yerin yanından geçerlerken, kederli bir halde suya taş atmakta olan biz, üzerimizdeki sıkıntının hafiflediğini hissettik. Bize doğru gelirlerken merakımızdan bakmamazlık edemedik. Adam oldukça yaşlı göründü bize. Gri, kıpkıvırcık saçları vardı ve yüzü çizgilerle doluydu. Bastonuna dayanıyordu ve bir ayağı sakattı. Yanımıza geldiğinde durakladı, gür kaşlarının altından bizi dikkatle izledi.
"Ha!" diye gürledi. "Kaptan Morgan ve Kaptan Kidd' le müşerref oluyorum herhalde."
Döndü ve havuza doğru bastonu uzatarak, "Dikkat etseniz iyi olur, ufukta resmi bir savaş gemisi görünüyor."
Sonra tekrar "Ha!" ve "Ho!" diyerek yoluna devam etti. Bunu yaparken, ikimiz de, adamın hemen arkasındaki kızın farkındaydık. Göl ile neredeyse aynı renk olan bir elbise giymişti ve kendi zarif görüntüsü göle nispet yapar gibi parlıyordu. Atkuyruğu halinde arkayatopladığı koyuä renk saçları sırtına doğru sarkıyordu, mavi gözlerininse bize baktığında kocaman ve ciddi göründüğünü hatırlıyorum. Onun dışında bu kızda değişik bir şey fark etmedim. Bir kızdı işte, benden büyüktü, belki de Luke ile aynı yaştaydı.
Fakat biliyordum Luke daha farklı hissediyordu. Bu konuda bir şey söylediğinden değil, sadece Luke' un kıza bakışından ve kızın babasının elini tutup da yürürken bir ya da iki kere dönüp arkaya bakışından bunu çıkardım. O an orada duyduğum bir his diyebilirsiniz.
"Gittiklerine memnunum," dedim, Luke' un ilgisinin farkında olmamdan duyduğum rahatsızlıkla.
Luke, gidişlerini, tepeye çıkışlarını onlar gözden kaybolana kadar seyretti. Yüzünde boş bir ifade vardı, sanki düşünceleri çok uzak bir yerlere kaymıştı.
"Evet," dedi. Büyük bir taş aldı ve gölcüğe, çok uzağa fırlattı, dalgacıkların kıyıya geri dönüşünü izledi.
"Kim olduklarını merak ediyorum," dedi Luke.

Kısa bir süre sonra öğrendik. Tesadüf mü yoksa bilerek mi asla bilemem ama, ertesi gün yine oradaydılar. Bu kez, bu işler her zaman nasıl başlarsa o şekilde konuşmaya başladık. Herhalde bastonlu, gür sesli adam korsanlar üzerine şakalarıyla başlatmıştır muhabbeti. O adamı bayağı sevdim. Kıpkıvırcık saçları ve geniş omuzlarıyla bana kocaman bir ayıyı anımsatıyordu; doğru ya da yanlış bir biçimde ayılarla özdeşleştirdiğim dostluk ve sıcaklık onda vardı.
Dikkatinizi çekerim çok konuşkan bir ayıydı. Konuşma eyleminin ta kendisinden hoşlanıyordu. Sesi gırtlağının derinliklerinden gelen bir gürlemeydi, havuzun üzerinde yankılanıp duruyordu. Hayaller üzerine konuşurken de konuşma tarzı çok tuhaftı. Bizi korsan olarak mimlediği gibi, gündelik şeylerden ve olaylardan da öyle bir söz edişi vardı ki, herşeyi olağandışı bir hale sokardı.
"Cornwall'da yaşamayı bu yüzden seviyorum, evlat," demişti bir keresinde bana.
"Evimde gibi hissediyorum,di mi ya. Ha!"
Kızı Elizabeth daha az konuşuyordu. İlk başta babasına çok yakın oturuyor, bize o yuvarlak, meraklı gözleriyle bakıyordu. Aslında onu çekingenliğinden ilk kurtaran babasının kahkahası ve bastonunu sağa sola sallaması oldu.
"Hadi kızım, korkmana gerek yok. Onlar da senin gibi çocuk. Git oyna."
O kadar kolay değildi bu. Elizabeth, adının de belli ettiği gibi o sessiz ve ciddi tiplerdendi. Tahmin ederim Bay Slater - bu babasının adıydı - onu çok iyi anlıyordu, onu bizimle arkadaşlığa teşvik ediyor, ama asla zorlamıyor veya üstüne gitmiyordu. Kızına çok düşkündü, bunu görüyorduk. Daha sonra öğrendiğimize göre karısı yeni ölmüştü ve Bay Slater kızını kendi başına büyütüyordu.
Galiba baştan beri ona muhaliftim. Belki de kuşku duyuyordum ona karşı. O çok narin , ruh gibi, açık tenli halinden de, o yusyuvarlak masum gözlerden de şüpheleniyordum. O utangaçlığa, o yumuşak çekingenliğe hiç inancım yoktu. İçimde bir yerlerde, bu kızın, kadınların hamurundan yapıldığını da biliyordum.
Zamanla birlikte oynamaya başladık, üçümüz bir arada. Çoğu akşamüstü gelir ve
Bay Slater ile Elizabeth ' i çoktan gelmiş, bekler bir halde bulurduk. Sonra beraber oynamaya giderek, bir kayaya yaslanan ve gölcüğü seyreden Bay Slater ' ı yalnız bırakırdık.
Oynardık, ama eskisi gibi değil, en azından benim için değil. Hâlâ keşiflere çıkıyor, ağaca tırmanıyor ve kendimize macera yaratıyorduk. Fakat hiçbiri eskisi gibi değildi. Üstelik kendisi farkında olmasa bile Elizabeth, o garip, kızlara özgü kısıtlamalarla ortamı yumuşatıyordu. Bir iki kez Luke' un, Elizabeth' e suyun veya bir dalın üstünden atlaması için yardım ettiğini gördüm, hafifçe sırıtışını, Elizabeth' in kolunu tutuşunu. Kızlar, diye düşündüm. Kızlar. . .
Bazen bu ruh haliyle tek başıma ayrılır, kendi başıma dolanır durur, bazen Bay Slater'ın oturduğu yere giderdim. Galiba eğlenmek için gidiyordum. Şaşırtıcı imgelerle düşünüşü ve hayal ürünü dünyalar var etmesi hoşuma gidiyordu. Kendisi yazardı, bu bana çok bir şey ifade etmediği halde, şu kesin ki Elizabeth'in bu kelimeyi söyleyişindeki değişik ses tonu, bunun ayrıcalıklı bir iş olduğunu anlamama yetti.
"Her sabah odasındadır yazmak için. Sekiz kitap yazdı," dedi Elizabeth,
söylediklerini önemseyerek.
Luke ıslık çaldı.
"Çok zeki olmalı."
Bense ikisine de kızgınlıkla baktım, laf olsun diye konuştuklarını biliyordum, Bay Slater'in zekâsını benim kadar iyi anlamıyorlardı aslında. Yazdığı kitap sayısı önemli değildi benim için, onun ne kadar özel bir insan olduğunu anlamam yetiyordu.
"Şu martıya bak, evlat," derdi, bastonunu uzatarak. "Bütün o uçaklarınızdan daha güzel. Hem fabrika malı da değil, ha?"
"Gökyüzü bugün tablo gibi, evlat. Renklerdeki o bildik fırça izlerini görebiliyor musun,kızıl, turuncu ve lacivert. İşte pat-pat-pat!"
Her nasılsa, Bay Slater'ın o meraklı bakışları , o muhteşem ama bir o kadar da karmakarış ve açıklanamaz şeylerle dolu dünyaya
bakışlarım değişti.
Ama bütün o süre boyunca Luke ve Elizabeth kumsalın aşağısında oynuyor ve belki de kendi kendilerine değişik oyunlar kuruyorlardı.
Sonra bir akşamüstü Elizabeth yalnız başına gelerek bizi şaşırtmıştı. Babasının dinlenmek için biraz uzanmak istediğini söylemişti. Belki daha sonra gelecekti.
Elizabeth'i hatırlıyorum o gün. Parlak yeşil bir bluz ve kırmızı bir etek giymişti; nedense olduğundan çok daha büyük görünüyordu, yetişkin biri gibi.
Evet, garip bir şey bu ama, öncekinden farklı bir görüntüsü vardı. Buna hiç kuşku yoktu. Sanki babasının yokluğu onu daha özgür kılmıştı. Belki de içten içe hep, o
yol gösteren elden azat olmak istemiş, onu hep koruyup kollayan varlığı aslında pek de istememişti.
Bilemiyorum. O zaman da anlamamıştım, şimdi de anlayacağımı sanmıyorum. Sadece bu kızın farklı bir kız olduğunu biliyordum, bildiğim bir şey de Luke' ün de aynı şeyi hissetiğiydi; çünkü Elizabeth'e şaşkın şaşkın bakıp durdu; tabii Elizabeth de gözlerini ona çevirene kadar sürmüştü bakışı. Sonra abime daha önce hiç görmediğim bir şey oldu. Kızardı. Luke, yani abim, kızardı.
Beyaz kumlu kumsal üzerinde boylu boyunca yürüdük, mükemmel bir akşamüstü idi, güneş alçalıyor, kumlar ayaklarımızı yakıyordu. Soğuk berrak bir suya derinlemesine dalmanın ne kadar harika olacağından başka bir şey düşünemediğiniz bir akşamüstüydü.
"Bir fikrim var," dedi Elizabeth birden. "Suya girelim mi? / Yüzelim mi?"
Luke ve ben geçmişte yapılmış bu tür önerilerin veto edildiğini/kabul edilmediğini hatırlayarak Elizabeth'e baktık. Bu tür bir öneriye engel teşkil eden Bay Slater'ın ilk defa olarak yanımızda olmadığını fark etmek için, Elizabeth' in gözlerindeki o hiç alışılmadık parıltıyı görmemize gerek yoktu.
"Asla bilemezsiniz ne olacağını," derdi kocaman başını ciddi bir biçimde sallayarak, "Orta kesimdeki yutan kumlar var. . . çok da derin. . . sizin yaşınızda insan risk almamalı."
Onun sözünden çıkmayacağımız belliydi, yine de içten içe hissettiğimiz şey, tehlikelerin önemli olmadığıydı. Gençtik ve sağlıklıydık. Üstesinden gelirdik. Suya girme düşüncesi bizi her zaman için fazlasıyla kışkırtmıştı bizi.
"Tamam," dedi Luke birden. "Ben varım."
"Ben de varım," dedim, fikrin Elizabeth' e ait olması hoşuma gitmesini engellememişti.
Luke duraksadı. "Mayomuz yok ki."
Elizabeth onu duymamış görünüyordu. Çoktan arkasını dönmüş ve bir çimen kümesine gitmek için taşlara adım atmıştı.
"Mayosuz gireceğiz." Hafifçe dönüp baktı, gizli bir hınzırlık ifadesi sezdim gözlerinde sanki, bakışları Luke'ydi.
"Ben suya girene kadar bakmayacağınıza söz verin."
Söz verdik ve kararlı bir biçimde arkamızı döndük. Bir an küçük bir bakış fırlatınca ben Luke omzuma tokadı şaplattı, oldukça sert vurmuştu. Şaşkınlık içinde baktım ona ve yüzünde tuhaf bir ifade gördüm.
"Böyle yapmamalısın," dedi. "Asla."
Birden ani bir hava hareketi ile bir ses , sonra cof diye su sesi ve ardınan da son olarak suyun etrafa sıçrama sesi duyuldu. Ve bir süre sonra Elizabeth bir hayli uzaktan seslendi.
"Tamamdır, hadi gelin. Su çok güzel, gerçekten çok güzel."
Çabucak soyunduk ve kendimizi şu bizim bildik büyülü mavi gölcüğümüzün sularına attık. Ne kadar serin, ne kadar hayat vericiydi/tazeleyiciydi su, dokunması öylesine yumuşaktı ki - güneşin o kızgın sıcağından böylesine
bir serinliğe atlmak gibisi yoktu.
Bir süre suyu çırpa çırpa oynadık, sonra da yüzmeye başladık. O ana kadar boyumuzu aşacak derinliğe gitmemiştik, ancak şimdi Luke, tam ters istikamette bulunan, sudan başını çıkarmış bir kayaya kadar yüzmeyi teklif ediyordu. Çok uzak değildi; ama yapamayacağımı biliyordum.
Luke da bunu biliyordu ve gelmeye kalkmamam için beni ciddi biçimde uyardı.
Sonra her ikisi de çok iyi birer yüzücü olan Elizabeth ve abim, yanyana yüzmeye koyuldular.
Orada dikildim ve gidişlerini izledim, vücutları beyaz, hatta o berrak suyun içinde şeffafmış gibi göründü bana. Birden iki yabancıyı, havuzun yaratıklarını iziyormuşum duygusuna kapıldım. Benimkilerden çok daha uzun olan bacakları, gölcüğün o sonsuz maviliğiyle birleşiyormuş gibi geldi. Kısa bir süre sonra sadece,bir o yana bir bu yana dönen kafaları seçer, uzaktan birbirlerine bağırırkenki gülüşlerinin sesini duyar oldum.
Sonra aniden, kendimi anlatılamaz derecede yalnız hissettim. Suda daha fazla kalmayı istemiyor, hatta kendimi odukça aptal hissediyordum. Hızla geri dönüp
kıyıya koştum ve giysilerimi giydim. Sonra rasgele arkamı döndüğümde Bay Slater'ı gördüm.
Henüz gelmişti ve her zaman oturduğu taşın yanında dikiliyordu, bastonuna dayanmıştı ve suya bakıyordu. Bakışlarını takip ettiğimde kızı Elizabeth ve Luke'ü izlediğini gördüm. Kayaya ulaşmışlardı,bir yandan tutunuyorlar, bir yandan birbirlerine su sıçratıyorlardı kaygısızca. Yüzlerini göremeyeceğimiz kadar uzaktaydılar, yine de gülüşmelerini oldukça iyi duyabiliyorduk. Sesler gölcüğün üzerine doğru oldukça net bir tonda, güneş ışığının o olumlu anlamını ifade edercesine yükseliyordu. Gülüşlerindeki o tonu, seslerindeki o mutluluğu algılamamak imkânsızdı.
Onu seyrederken Bay Slater' ın, koca ayının, neredeyse büzülüp kaldığını gördüm sanki. Omuzlarının düştüğünü ve bütün vücudunun, taşıyamayacağı bir ağırlık yüzünden bastonuna dayandığını gördüm sanki. O an son derecede rahatsız hissettim. Ve sonra Bay Slater arkasını dönüp, geldiği yoldan gerisin geriye yürümeye başladı.
"Bay Slater!" diye seslendim. "Bay Slater!"
Durmadı, ama peşinden koşup onu, kenarında böğürtlen çalılarının olduğu patikada yakaladım. Hiçbirşey konuşmadı, şimdi anlıyorum ki o an duygularının hükmü altındaydı. Ben de öyleydim o yüzden. Kendi yazlıklarına kadar tüm yolu sessizlik içinde yürüdük, ancak sundurmalarının geniş taşlı yoluna gelince, döndü bana ve elini başıma koydu.
"Ah, evlat, merak etme - bir gün sen de büyüyeceksin."
O zamanlar ne demek istediğini tam manâsıyla anlamamıştım, fakat şimdi anlıyorum. Bir sonraki gün gölcüğe tekrar gittim. Gün ortasının sıcağında pırıl pırıl ve sepserin duruyordu orada, dingin güzelliğinde göz ziyafeti çekerken hatırlamadan da edemedim. Sanırım Bay Slater ve ben aynı şey için yas tutmuştuk. Bir yaz gününde mavi gölcüğün büyüsü, gençlerin büyümesi, aşkın çiçek açması ile ilgili bir şey. Fakat dürüst olmak gerekirse, sanırım başka bir şey daha vardı; koyu renkli at kuyruğu saçı, yuvarlak sorgulayan gözleri olan bir kızla ilgili bir şey, hayatımın geri kalan kısmında bir parçam hep, keşke o kişi Luke değil de ben olsaydım, onunla mavi gölcüğün bilinmeyen bakir sularında ben yüzseydim dedi.

1