Divit - Ben, Para
BEN, PARA
Yirmiiki ayar Osmanlı sultani altınıyım. Üzerimde cihanpenah pâdişahımız hazretlerinin şanlı tuğrası. Burada bu kederli ve güzel kahvehânede, pâdişahımızın büyük nakış üstatlarından Leylek şimdi, gece yarısı resmimi çiziverdiği için, üzerime altın suyu sürülemedi, ama onu siz kafanızdan tamamlarsınız artık. Suretim burada ama kendim büyük üstat, nakkaş Leylek kardeşinizin kesesindeyim. Şimdi ayağa kalkıyor, beni kesesinden çıkarıyor ve sizlere gösteriyor. Merhaba, merhaba, selam olsun usta sanatçılara ve misafirlere. Benim parlaklığımla gözleriniz büyüyor, kandilin alevinin üzerimde yansıyışıyla heyecanlanıyor ve en son sahibim üstat Leylek'i kıskanıyorsunuz. Haklısınız, çünkü nakkaşın hünerinin ölçüsü olarak benden başka hiçbir şey yoktur.
Bu mantığın ahengi ve endamıyla, benimle değiştirebildiğiniz çeşit çeşit şeyleri sayayım: Bir genç ve güzel cariyenin ellide biri olacak tek ayağı; kenarı kemikli, ceviz ağacından iyi bir berber aynası; doksan akçe gümüş varaklı, şemse nakışlı, içi çekmeli iyi boyanmış bir sandık; yüz yirmi taze ekmek; üç kişilik mezar toprağı ve tabut; gümüş bir pazıbent; bir atın onda biri; yaşlı ve şişman bir cariyenin bacakları; bir manda yavrusu; iki iyi çin tabağı; padişahımızın nakkaşhanesindeki acem nakkaşlarından Tebrizli Derviş Mehmet'in ve benzeri büyük çoğunluğun bir aylık yevmiyesi; kafesiyle birlikte iyi bir av doğanı; Panayot'un şarabından on testi ve saymakla bitirilemeyecek başka pek çok imkan...
Buraya gelmeden önce bir dönem yoksul bir ayakkabıcı çırağının kirli çorabının içinde on gün geçirmiştim. Zavallı her gece yatağında benimle elde edebileceği şeylerin bitmez tükenmez bir dökümünü yaparak uyurdu. Ninni gibi tatlı bu uzun şiirin mısraları bana paranın girmediği delik kalmadığını kanıtlamıştır.
Delik, dedim de aklıma geldi. Buraya gelmeden önce başımdan geçen serüvenleri anlatsam cilt cilt kitap olur. Kendi aramızdayız, biz bizeyiz, kimseye söylemeyecekseniz ve Leylek Efendim de alınmayacaksa size bir sır vereceğim. Yemin ediyor musunuz?
Peki. İtiraf ediyorum, ben Çemberlitaş Darphanesinden çıkma yirmiiki ayar hakiki Osmanlı Sultani altını değilim. Ben kalp parayım. Beni Venedik'te düşük altınla yaptılar da buraya getirip Osmanlı altını diye sürdüler. Anlayış gösterdiğiniz için teşekkür ederim.
Venedik'te demir sandıklara konduk, gemilere bindik, sallana çalkalana İstanbul'a geldik. Kendimi bir sarraf dükkanında, bir ustanın sarımsak kokan ağzında buldum. Biraz bekledik beklemedik, altın bozdurmak isteyen bir alık köylü geldi. Hinoğluhin usta sarraf, bakalım senin altının kalp mı, ver ısırayım deyip, köylünün altınını alıp ağzına attı.
Ağzın içinde karşılaşınca gördüm ki köylününki hakiki Osmanlı Sultanisiydi. Sarımsak kokuları içinde beni görünce "Sen kalpsın" dedi. Haklıydı, ama bunu mağrurca söyleyişi gururumu kırdığı için ben de yalan söyledim. "Asıl kalp sensin" dedim.
Bu arada alık köylü de "Benim altınım hiç kalp olur mu! Ben onu yirmi yıl önce toprağa gömmüştüm, o zaman böyle ahlaksızlık mı vardı," diye övünüyordu.
Ben ne olacak diye merak ederken, sarraf köylünün altınını değil ağzından beni çıkardı. "Al bu senin altının alçak Venedikli kafirin kalp parası, istemem." dedi. "Sen hiç utanmıyor musun!" diye bir de alık köylüyü azarladı. O da biraz cevap verdi ya, beni alıp gitti. Öteki sarraflardan da benzeri sözleri işitince kalbi kırıldı ve düşük altın olarak beni doksan akçeye bozdurdu. Yedi yıldır elden ele süren bitmek tükenmez gezintilerim işte böyle başladı.
Vaktimin çoğunu akıllı bir paranın yapması gerektiği gibi İstanbul'da keseden keseye, kuşaktan cebe dolaşarak geçirdiğimi iftiharla söyleyeyim. Korkulu rüyam bir testinin içine konup bir bahçede bir taşın altında yıllarca gömülü kalmak, hiç başıma gelmedi değil, ama nedense kısa sürüyordu bu sıkıcı dönemler. Beni eline alanların çoğu, hele bir de kalp olduğumu keşfetmişlerse, bir an önce benden kurtulmak istiyordu. Kalp olduğumu söyleyip akılsız alıcıyı uyarana daha rastlamadım. Ama kalp olduğumu fark etmeyip bana yüz yirmi akçe sayanlar, kazıklandıklarını anlar anlamaz, bir başkasını kazıklayıp benden kurtulana kadar, öfke, mutsuzluk ve sabırsızlık buhranları geçirerek dövünüyorlardı. Bu buhran sırasında kendileri de kendilerini kazıklamaya defalarca kalkıştıkları halde ( acele ve öfkeden başarısızlığa uğruyorlardı hep ) beni verip kendilerini kazıklayan adama "ahlaksız!" diye samimiyetle küfürler ederlerdi.
Şu son yedi yıl boyunca İstanbul'da beş yüz altmış el değiştirdim, girmediğim ev, dükkân, çarşı, pazar, cami, kilise, havra kalmadı. Gezdikçe hakkımda sandığımdan çok daha fazla dedikodu yapıldığını, efsaneler uydurulup yalanlar söylendiğini gördüm. Artık benden başka hiçbir kıymet kalmadığı, acımasızlığım, gözümün kör olduğu, benim de parayı sevdiğim, dünyanın ne yazık ki benim üzerime kurulduğu, her şeyi satın alabileceğim, pisliğim, adiliğim, alçaklığım, hiç durmadan yüzüme vuruldu. Kalp olduğumu anlayanlar daha da öfkeli davranıp daha da kötü şeyler söylediler bana. Hakiki değerim düştükçe mecazi değerim artıyordu. Ama bütün bu acımasız mecazlara, düşüncesiz iftiralara rağmen, gördüm ki ahalinin büyük bir çoğunluğu, beni içten bir tutkuyla seviyor. Bu sevgisiz zamanda, bu derece gönülden, hatta taşkın bir sevginin hepimizi sevindirmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.
Sokak sokak, semt semt, İstanbul'un her tarafını gördüm, Yahudilerden Abazalara, Araplardan Mingeryalılara herkesin elini tanıdım. İstanbul'da hep sevildim. Hayallerindeki kocaymışım gibi genç kızlar öptü beni, kadife keselerde, yastık altlarında saklayıp orada mıyım diye beni uykularında yokladılar. Bir hamamda ocağın kenarında, çizmenin içinde, harika kokan bir miskçi dükkanında küçük bir şişenin dibinde, bir ahçının mercimek çuvalının gizli cebinde saklandım. Deve derisinden kemerlerin, Mısır alacasından astarların, içi çuha kaplı ayakkabıların, rengarenk şalvarların gizli ceplerinde bütün İstanbul'u dolaştım. Saatçi ustası Petro beni tokmaklı saatin gizli bölmesine, bir Rum bakkal doğrudan kaşar peynirinin içine koydu; mühürler, mücevherler ve anahtarlarla birlikte çuha parçalarına sarılıp bacaların, ocakların içine, pencere eşiklerinin altına, kaba samandan minderlerin arasına, yer dolaplarının ve sandıkların gizli bölmelerine saklandım. Yemek sofrasından kalkıp hâla sakladığım yerde mi diye ikide bir gelip bakan babalar, hiç gereği yokken şeker gibi beni ağızlarına alıp emen kadınlar, koklaya koklaya burun deliklerine sokan çocuklar, meşin keseden çıkarıp günde yedi kere bakmadan rahat etmeyen, bir ayağı çukurda ihtiyarlar gördüm. Titiz bir Çerkez karı vardı, bütün gün evi silip süpürdükten sonra bizleri keseden çıkarıp tahta fırçayla ovalardı. Tek gözlü bir sarraf durmadan bizden kuleler yapar, hanımeli kokan bir hamal ve ailesi manzara seyreder gibi bizi seyreder, aramızda olmayan bir müzehhip de -adı lazım değil- akşamları bizi değişik düzenler halinde durmadan dizerdi.
Maun sandallarla gezdim, saraya girdim çıktım, Herat işi ciltlerin içine, gül kokan ayakkabıların topuğuna, semerlerin örtüsüne saklandım. Kirli, kıllı, tombul, yağlı, titrek, yaşlı yüzlerce el gördüm Afyon içilen meclislerin, mum imalathanelerinin, uskumru pastırmalarının ve bütün İstanbul'un ter kokusu sindi üzerime. Bütün bu heyecan ve hareketin içinden geçtikten sonra, gece karanlığında, kurbanının gırtlağını kesip, beni kesesine atan alçak haydut uğursuz evinde "Tuh!, hepsi senin yüzünden " diye üzerime tükürünce öyle incinirdim ki yok olayım isterdim.
Ondan daha iyi nakkaşsanız elde edin beni!
Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı'dan