Divit - İsfehanlı Pehlivan
İsfehanlı Pehlivan



İsfehan'da sıcakkanlı, açıkgöz, aynı zamanda savaşçı bir dostum vardı. Eli kına yakılmış gibi her zaman kanlı durur, kılıcından daima kan damlardı. Düşmanının yüreği, onun korkusundan kebap gibi, ateşte yanardı. Terkişini takındığı günler, kendisini çelik temreninden kıvılcım sıçratırken görürdüm. Boğa kuvvetinde bir pençesi olduğu için onun heybetinden aslanlara perişanlık gelirdi. İddia ettiği vakitler bir ok atışı vardı ki öylesini Azrâ dahi her parçasıyla ancak bir defa atabilirdi.

Temreninin kalın kalkanlara saplanışı dikenin güle batışından daha kolaydı. Hangi savaşçının tepesine bir gürz indirse, adamın kafasıyla tolgasını birbirine katar, yoğururdu. Savaş meydanında çekirge baskınındaki serçeyi andırırdı. Esasen ona göre serçe öldürmekle adam öldürmenin farkı yoktu... Feridun'a dahi saldırsa ona kılıç sıyıracak kadar aman vermezdi. Yumruğunun zoruyla kaplanlar altta kalır, pençesi aslanların beynine batardı. Cenk denemiş birini kemerinden yakaladı mı, isterse dağ olsun adamı yerinden koparırdı. Zırhlı süvariye vurduğu vakit baltası adamı biçtikten sonra eyere çarpardı. Velhasıl yiğitlikte de, insanlıkta da kimse dünyada onun bir benzerini görmüş değildir.

Bu pehlivan dostum güzel tabiatlı insanları sevdiği için, beni bir an bile yanından bırakmazdı. Lâkin günün birinde bir yolculuk çıkmış ve ben ansızın İsfehan'dan ayrılmıştım. Besbelli, o memlekette daha fazla nasibim kalmamıştı.

kaderim beni Irak'tan Şam'a götürdü. O mübarek memlekette oturmak hoşuma gitmişti. Sözü uzatmayayım, epey zaman orda kaldım. Azap da çektim, rahat da ettim; ümitli, korkulu günlerim oldu; evimin barkımın hasreti beni çekmeye başladı ve öyle bir tesadüf oldu ki tekrar Irak'a uğramak durumunda kaldım.

Bir gece kafam düşüncelere daldı, o hünerli dostum aklıma geldi. Elinden tuz ekmek yemiştim. Bu tuz eski yaralarımı tazeledi. Hemen o'nu görmeye, İsfehan'a gittim. Kendisini seviyordum. Arayıp buldum.

Bir de baktım ki o eski delikanlı, feleğin dönüşüyle ihtiyar olmuş; boyu ok gibi doğruyken yay gibi bükülmüş. Erguvan renkli yüzü sarı otlara dönmüş. Başı ak saçlarla karlı dağlara benzemiş. İhtiyarlığın karından eriyen yaşlar yüzüne dökülüyor. Felek ne yapmışsa yapmış, onu alt edip yiğit pençesini bükmüş. Zaman, kafasından gururu atmış; başı halsizlikten dizine düşüyor...

"Ey aslanları avlayan yiğitler başı, dedim, seni böyle kocamış tilkiler gibi kim yıprandırdı?"
Güldü:
"Tatar cengi gününden beri savaşı terk ettim" dedi ve şöyle anlattı: " O gün yeryüzü oklarla kamış tarlasına dönmüştü. Sancaklar sanki bu tarlayı tutuşturan alevlerdi. Bunları görünce duman gibi bir savaş tozu kaldırdım. Fakat bahtın olmadıktan sonra sen atılmışsın, neye yarar? Ben ki saldırdığım zaman düşmanın parmağından mızrakla yüzüğü kapan bir adamdım, bu sefer talih yardım etmeyince onlar yüzük gibi benim çevremi sardılar. Kaçmayı ganimet bildim. Çünkü kadere cahil insan pençe gösterir. Parlak yıldızım bana yar olmadıktan sonra tolgadan, zırhtan ne yardım görecektim? Zaferin anahtarı elde bulunmazsa fetih kapısı pazı kuvvetiyle kırılmaz ki...
"Düşman ise erlerinin başından hayvanlarının ayağına kadar demirlere gömülmüş, kaplan yıkıcı, fil kuvvetinde bir taifeydi. Biz de onların tozunu görür görmez elbise yerine zırh, külah yerine miğfer giyerek Arap atlarıyla bulut gibi kopmuş, yağmur gibi ok yağdırmaya başlamıştık. Pusudan fırlayan iki ordu öyle bir çarpışmıştı ki gökyüzünü yere vurmuşlar sanırdın. Dolu gibi yağan oklarla her köşeden ölüm tufanı yükseliyordu. Kementler, cenk aslanlarını avlamak için ejderler gibi ağızlarını açmışlardı. Bu mavi renkli tozun içinde yeryüzü göğe benzemişti. Kılıçların miğferlere dokunmasından çıkan şimşeler yıldızları andırıyordu.

"Düşmanın süvarilerine yanaşır yanaşmaz yere atladık. Kalkanlarımız birbirine girdi. Biz oklarımızla, kılıçlarımızla kılı bile yarardık. Fakat talihimiz olmadığı için o gün yüzümüzü çevirdik. Tanrı tevfikının kolu yardım etmezse insan elinin gayretinden ne hasıl olur?

"Evet, bahadırlarımızın kılıcı küt değildi. Bütün düşmanlık bize o keskim uçlu talihten geliyordu. Bizim taraftan olup da savaştan dışarı çıkan kim varsa hepsinin üstü başı al kan içinde kalmıştı. Adamlarımızın vaktiyle örsü delen okları o gün ipeğe bile işlemiyordu.

"Biz yüz taneli bir başaktık, fakat her tanemiz bir yana düşmüştü; bir de nâmertlik edip birbirimizden ayrılınca, zırhiyle ağa düşen balıklara dönmüştük. Hulâsa talih bizden yüz çevirdi ve kalkanlarımız kader oklarının karşısında hiç oldu..."

Sevgili okuyucu, demek ki ecel gününde zırhı delen ok, eceli gelmeyenin gömleğinden bile geçemez. Nice çare bilenler meşakkatle ölmüşler, nice çaresizler de selamet topunu çelmişlerdir. Saadet pazıya, pençeye değil, Allah'ın lütfuna bağlıdır. Rüstem de dünyadaki rızkını yiyip bitirdiği zaman onun tozunu zayıf ve nayif bir adam olan Şagad savurmamış mıydı? Canı ağzına gelmiş olanın ağzında bal neye yarar. Seçkin bir akıllı gönülsüz olur, meyvalarla yüklü dal başını tere koyar. Ufuklara Sâdi gibi varlıksız açıl ve marifetlerle dolduktan sonra geri dön...


Şirazlı Sâdi.
1