KUZEY SONATI

Hikmet Bey, o sabah her sabahkinden erken uyandı. Titreyen ellerini dizlerinin arasına alıp sabahın henüz aydınlamadığı karanlık ve boş sokaklara uzun uzun baktı. Moskova’nın sokakları, sabahları ona İstanbul’u çağrıştırırdı nedense.

Hikmet Bey, her sabah çocukluğunun semtinden, evlerinin sahlep kokan kilerine kadar her yeri anımsar ve içindeki karanlığı biraz daha derine gömerdi. Henüz kırk beşinde bile değildi ama şakaklarındaki ve yüzündeki derin çizgiler, onu hayatının belki de bu son dönemecinde ne kadar çaresiz ve yalnız oldugunu anlatır gibiydi. En verimli çağında şöhretinin doruğunda bir piyanistken, tüm kariyerini Paris’te bırakıp, kendisini bu sıkıcı ve soğuk kuzey kentine hapsetmişti.

Buzları kırılan ve tuzlanan sokak yavaş yavaş hareketlenmeye başlarken, kapının açıldığını duydu; Bu, yardımcısı Anditze olmalıydı. Moldovyalı, tatlı bir ihtiyar olan Anditze, bu saatte Hikmet Bey'i uyanık görünce şaşırdı.

-Erkencisiniz bu sabah.

-Kahvemi çalışma odama götürün Bayan Andiitze. Ben şimdi geliyorum. Posta kutusuna baktınız mı?

-Ah az kalsın unutuyordum; Bir zarfınız vvar.

Hikmet Bey zarfı aldı. Pulun üzerindeki Paris damgasını görür görmez anladı. Ağır adımlarla kanepeye oturdu ve güzel bir elyazısıyla yazılmış Fransızca mektubu okumaya başladı.

Sevgilim, Bu gece ellerim yine alışılageldik bir şey yapar gibi kağıda kaleme sarıldı.Hani ne zamandır diyorum ya,büyük çağlayanların aktığı yerlerde bıraktığı kalıntılar gibi,içimde de yılların bıraktığı bir şeyler var.

Ne zaman nefes alsam,aldığım nefes boğazımda tıkanıp kalacak,çırpına çırpına öleceğim gibi bir his sarıyor içimi. Nasıl yorgunum bir bilsen Hikmet.

Hayatımızın her döneminde birlikteydik. Ama sen her zaman sırlara bürünmüş kapkaranlık bir adamı seçtin. Niye kaçtın Hikmet? Niye yaşamını,beni bırakıp o deliğe saklandın?

Sen niye böylesin Hikmet? Kendi sırrını bile yıllarca sonra söyledin bana.

İstanbul’da babanın, anneni ve kardeşlerini öldürüp sonra intihar ettiğini öğrendiğimde seni tanıyalı tam on beş yıl olmuştu. Şimdi bir sırrın daha var biliyorum. İçimde kalan son kıvılcım adına seni hala çok seviyorum Hikmet…

Lucie Simone
1922 Paris

-Kahveniz efendim.

-Efendim?. Hı, tamam koy oraya.

Hikmet Bey derin bir soluk aldı. Göğsünün üzerinde bir ağrı hissetti. Ellerini gögsüne bastırdı.

Kahveye uzandı, elleri öyle bir titriyordu ki içemeden geri koydu. Ellerinin kahrolası titremesinden aylardır piyano çalamıyordu. Bazen öyle bir titreme krizlerine tutuluyordu ki ellerini bacaklarının arasına koyup sıkıyordu. Ender görülen bir omurilik hastalığıydı onunkisi. Paris’deki doktorlara göre tıpta henüz çaresi olmayan bu hastalık iki üç yıl içersinde hastayı kaçınılmaz sona sürüklüyordu. Önce göğsündeki ağrılar, sonra titremesi artacak ve bu güne değin çaldığı konçertoların görkemli, gürültülü bitişlerinden farklı olarak, varlığı boşluğun içinde sessizce yokolup gidecekti. Böyle gözden uzak bir kuzey kenti de bu iş için en uygun yerdi.

Hikmet Bey, ertesi sabah erkenden,penceresinin önündeki sallanan sandalyesine oturup canlanmaya baslayan sokağa baktı uzun uzun. Vücudu iki yıldan sonra yeni uyum sağlamaya başlıyordu kuzey iklimine.
Sokaktan geçen beyaz yüzlü insanlarsa, kendi ülkesinin insanlarına hiç benzemiyordu.
Yıllar önce konser için geldiği bu şehre, günün birinde kendi kendini hapsedeceğini bilemezdi. O, sıradan adamların ölümlerinden birini düşünürdü hep kendisi için; Esrarengiz trafik kazaları, Fransız sanat dergilerinin -ünlü piyanistin hazin sonu- diyecekleri tipik alkol koması ölümleri gibi değil. Hikmet Bey’i bulunduğu yere getiren şey, binlerce kişilik salonlarda sırtına geçirdiği frak ve elinin altından akan tuşlardı sadece. Onun dışındaki her şeyi, cinnet geçirip ailesini yok eden babası kadar sıradandı. Ölümü de öyle olmalıydı.

Hayatın ona sunduğu mucizeleri düşündü bir an.

Ailesinden kalanları satıp savıp geldiği Paris’te, tüm acımasız kurallarıyla oynadığı hayat oyununu kazanmış ve mesleğinin en üst noktasına ulaşmıştı.

Öğrencilik yıllarının sefaleti bir çırpıda silinmişti ama bilmediği bir nedenle, kendini bir boşluğun içinde hissediyordu. Daha sonraları karşısına Lucie’nin çıkması, kötü yazgısının tersine döndüğüne inandırmıştı onu bir an. Ama tersine dönen her yazgının, bir aldatmacadan ibaret olduğunu çok sonra öğrenecekti.

Az zaman sonra piyonoya oturdu. Usta elleri fildişi tuşların üzerinde uçar gibi yürüdü. Yılların verdiği alışkanlıkla, ellerini ısıtmak, kıvama sokmak için tuşların üzerinde aşağı yukarı gitti önce. Ögrencilik günlerindeki Czerny etüdlerinden bir zamanlar gözü kapalı çaldığı Liszt’in piyano konçertolarına kadar geçmişini oluşturan köprüde uçarcasına yürüdü.

Bir ara, kalkıp kütüphanesine baktı. Eski kitaplar, notalar arasında bulduğu bir deftere takıldı gözü. Bitirilmemiş bir parçaya benziyordu, sadece üç satır yazılıp bırakılmıştı. Defterin en tepesindeki 1903 ve Türkçe yazılmış "Seni seviyorum Lucie" yazısına hayretle baktı. Bu Lucie için başladığı ama bitirmeyi unuttuğu bir piyano sonatıydı. Birden ellerinin buz gibi olduğunu hissetti. Son iki yılda gençliğine dair ne hatırlasa böyle oluyordu. Yaşamasına bir neden ararken, aradığı -neden- gelip buluvermişti onu.

Ağır ve yağmurlu bir geceden sonra Moskova sokakları dondurucu bir ayazla savruluyordu. Sert kuzey iklimlerinde yağmurlar baharın habercisidir ama kuzey insanlarına bahar, özledikleri bir mevsimden çok, beklemedik bir zorunluluk gibi görünür ve onları,buzlara göre kurulmuş yaşamlarındaki günlük alışkanlıklarından alıkoyar. Bu alışkanlıklar öylesine kaçınılmazdır ki burada, insanlar zamanın seyri içinde yavaş yavaş örülen demir parmaklıkların ortasında bulur kendini. Onun için karanlıkla soğuğun birleşip, kasveti oluşturduğu bu kuzey şehirleri, gözden uzak olmak için en uygun yerlerdir.

.

Hikmet Bey gözlerini açtığında henüz alacakaranlıktı. Göğsündeki dayanılmaz ağrı bu sefer öyle bir bastırmıştı ki hareket edemedi. Titreyen ellerini başucundaki ilaç şişesine uzattı, sonra nefes almadan tavana baktı.

"İşte şimdi ölüyorum" dedi kendi kendine.
Ağrı, göğsünden kopup beynine oradan da tüm vücuduna yayılıyordu.

Yüzükoyun dönüp gözlerini sımsıkı kapadı. Kontrolünden çıkmıs ellerini göğsünün altına alıp, ruhunun acıyla kıvranan bedeninden kurtulmasını bekledi.

Uyandığında saat öğle vaktine yakın olmalıydı.
Başucunda duran Anditze’nin korku ve telaş dolu gözlerini fark etti birden.
-Sorun nedir Bayan Anditze? dedi sakince..

-Sabah gelince odanızdan sesinizi duydum.. Anlaşılmaz bir dilde bir şeyler sayıklıyordunuz. İnanın çok korktum diye mırıldandı Anditze.

-Korkmayın iyiyim ben.

Anditze tatmin olmamış bir ses tonuyla;

Biraz daha istirahat edin isterseniz dedi.

Hikmet Bey kalkması gerektiğini söyleyip çevik bir hareketle yataktan fırladı.

Birkaç saat evvel kıvranan adam o değildi sanki.

Hızla piyanonun kapağını açıp oturdu. Süratli bir çıkıştan sonra eli "do" da durdu. Bir daha, bir daha, bir daha defalarca do’ya bastı. Bu ses onu anlaşılmaz melodilerin kaynaştığı uçsuz bucaksız bir uçurumun derinliklerine sürüklemişti.

Tutunmayı bırakıp eli yorgun düştüğünde, bu sihirli alemin bir parçası olacaktı.

& & &

Hikmet Bey ertesi gün erkenden, bir dönemler tedavi gördüğü kliniğin kapısına geldi. Çarlık döneminden kalma yüksek tavanlı, görkemli binanin merdivenlerini usul ama hızlı adımlarla çıktı. Kendisini bekleyen, tel çerçeveli Yahudi doktorunun karşısına dikildi.

Doktor, Yahudilik terbiyesine göre ayağa kalkıp hafifçe eğilerek selamladı Hikmet Bey'i.
Güzel bir Fransızcayla:
-Günaydın Mösyö Hikmet dedi.
-Günaydın Doktor.
-Geldiğiniz çok iyi oldu. Size haber göndderecektim ama fırsatım olmadı. Geçen ay içeriside Londra’dan bir doktor arkadaşımla konuştum. Ona sizi anlattım, denemeye değer dedi.
-Anlayamadım dedi Hikmet Bey şaşkınlıkla..
-Durun kuzum heyecanlanmayın hemen. Arkaddaşımın hastalığınızla ilgili ciddi araştırmaları var. Son safhada sizinle bir deneme yapmak istiyor. Eğer başarılı olursa, tıp tarihinde bu hastalığın tedavisi açısından bir önemli bir adım olacak.
-Ya basarılı olmazsa? dedi Hikmet Bey yerre bakarak.
-Ama siz zaten…
-Ama ben zaten öleceğim değil mi Doktor?
Bir süre sessizlik oldu.
Hikmet Bey hızla ayağa kalktı.
-Çıkarın bunu aklınızdan Doktor. Başka paarlak fikirleriniz yoksa müsadenizle dedi.
-Durun bir dakika Mösyö beni yanlış anladdınız.
-İyi günler Doktor.

Hikmet Bey deli gibi merdivenleri indi. Kliniğin geniş bahçesindeki iri çamların buğulu kokusunu içine çekerek derin derin nefes aldı. Kanepelerden birine oturdu. Birden anlamsızca, annesinden yediği ilk tokat geldi aklına.

Gülümsedi, yanağını tuttu. Hayatında yediği tokatların en hafifiydi belki de. Bu, kliniğe son gelişiydi. Lafını ağzına tıkayan çılgın doktora, daha ne kadar sürecek bu anlamsız konçerto diyecekti.

Hikmet Bey, tıp konusunda epey ileri olduğunu bildiği Moskova’ya gelmeden önce mücadeleye hazırlamıştı kendisini. Ama geçen zaman ve hastalığın ürkütücü derecedeki seyri içindeki mücadele ruhunu pes etmeye zorlamıştı.

Hikmet Bey, Lucie’nin bu anlamsız firardan bir şeyler sezinlediğini tabii ki biliyordu. Lucie’nin, bu kaçışı basit bir ruhi bunalım sonucu uzaklaşma isteği olarak yorumlaması Hikmet Bey için yeterliydi. Üstelik adresini bildiği halde bir süre gelmemeye de söz vermişti. İkisinin de acıları hafiflerdi böylece.

Bu firar, ölüm haberini biraz geciktirir, en azından Lucie acıyı zamana katıp yeni bir hayat yaratırdı kendisine. Kendi doğruları, ona böyle yapması gerektiğini söylüyordu. Eğer bunu başarıp da sabun köpüğü gibi birden bire yok olursa, Lucie için ilk defa iyi bir şey yapacaktı.
Hem de kimsenin canını yakmadan.

Azgın kuzey ikliminin buz gibi bir sabahında, Hikmet Bey'in kapısı yoğun sessizliği yırtarcasına çalındı. Anditze oymalı ahşap kapıyı ağır ağır açtı. Gelen, Yahudi doktordu. Kardan rengi görünmeyen şapkasını çıkartarak kibarca "Günaydın Bayan" dedi.
-Ben Mösyö Hikmet’in doktoruyum, kendisiyyle konuşacaklarım vardı.

-Buyurun içeri dedi Anditze, ben şimdi haaber veririm.

Doktor, ufak bir odadan ibaret olan salona geçti. Az sonra Hikmet Bey geldi.

-Günaydın Doktor. Bu ne sürpriz böyle deddi.

-Hem geçen gün sizi kırdığım için hem de hastalığınızın seyri konusunda konuşmamız gereken hususlar var, onun için rahatsız ettim.

Hikmet Bey gülümsedi.

-Geçen gün falan yok unutun gitsin. Ama ççılgın fikirleriniz konusunda da kanım değişmiş değil biliyorsunuz dedi.

-O mühim değil unutalım da, hastalığınızıın ne durumda olduğunu biliyorsunuz herhalde. Her şeyi en başta açıkça konuşmuştuk. Hiç bir ilaç moralden üstün olamaz demiştim.

Doktor bakışlarını kaçırarak devam etti:

Bakın Mösyö, altmış yedi yaşındayım ve yaşamımın kırk yılını hastalarıma verdim. Binlercesi kurtuldu binlercesi de öldü. Ve en önemlisi, doktorluğun, insanların haritasını görmek olduğunu öğrendım bu kırk yılda.

Biz doktorlar insanların rotasında birer pusulayız sadece. Nereye gideceğini bilmek onların işi. Peki siz karar verdiniz mi Mösyö???

Hikmet Bey konuşamadı. Başını kaldırmadan -bilmiyorum- dedi, sadece. Sesinde, korkunç umutsuzluklara gömülmüş insanların hayata olan öfkelerinden bir parça vardı.

-Siz kocaman bir korkaksınız Mösyö dedi DDoktor.

Salon kapısının yanında anlamadığı Fransızca konuşmalara bir anlam vermeye çalışan Anditze’yi gördü.

İyi günler Bayan dedi ve hızlı adımlarla çıkıp gitti.

Hikmet Bey o gün akşamüstüne kadar hiç hareket etmeden oturdu. Anditze’nin sorduğu sorulara ve getirdiği tepsiye bakmadan öylece pencereden düşen kar tanelerini izledi.

Uzunca zaman sonra piyanosuna oturdu, yavaş bir Chopin Vals’i ile başladı.

Artık tuşların üzerinden kaymayan, kıvraklığını yitiren ellerine bakarak bu vals’i akşama dek çaldı.

& & &

Ertesi sabah Anditze elinde bir zarfla geldi. Hiç birşey söylemeden Hikmet Bey'in kahvaltı tepsisinin yanına koydu.

Bir süre boş boş zarfa baktı Hikmet Bey. İki yıldır bıkmadan usanmadan yazan bu kadını hiç hak etmediğini düşündü. Yıllardır ilk defa kendisinin ona layık olmadığını düşünüyordu ama içindeki ateş, her şeyden hatta hayatından bile ağır basıyordu.

-Ne karanlık bir sabah- diye mırıldandı kkendi kendine.

Zarfa uzandı. Elinde tiril tiril titreyen zarf okuduğu onlarca mektubun sonuncusuydu belki de.

Merhaba…
Şu an içinden Tanrım ne inatçı kadın diye geçirdiğini biliyorum. Kimbilir ben inatçı olmasaydım geride bu kadar çok şey bırakabilir miydik senle?

Keşke bunların hiç biri böyle olmasaydı Hikmet.
Her şeyden vazgeçip toprağın altında bir yer açsaydık kendimize.
Sadece biz… Toprağın derinliklerinde ne güzel yaşanırdı kimbilir. Canımız sıkıldı mı çıkar, en yüksekten izlerdik dünyayı. Ekvatora gider bir adımda güney bir adımda kuzey küreye geçer, yağmur ormanlarında gün doğumunu, Afrika’da taşan Nil’in getirdiği siyah toprakları, kutuplarda geceyi izlerdik.

Kanatlarımız olsaydı Hikmet. Büyükmüş gibi görünen küçücük dünyann insanlarına baksaydık en tepeden. Dünyanın dönüşünü izleyip karanlıkla aydınlığın en ortasına inseydik…
İnan bana dünyanin en mutlu insanları olurduk.
Hala bir şansımız kalmış mıdır dersin?..
Lucie

Hikmet Bey zarfı masanın üzerine koyup arkasına yaslandı.

Yaşam denilen acımasız şehrin en son sokağına gelmiş olmanın verdiği çaresizlik ve boşluk hissi artık tüm ruhunu teslim almıştı.

Paris’deki ilk hocası Bay Gabriel geldi aklına. "Biz insanlar müziği yaratır ve yaşamda bulamadığımız mükemmelliklerle donatırız, onun içindir ki müzik, hayat yap-boz’unun yerine oturmayan tek parçasıdır" derdi hep.

Yıllar önce hiç birşey ifade etmeyen bu söz, şimdi geç kalmışlığın yorgunluğuyla beraber, hayatını adadığı şeylerden kendine pay çıkarmamış olmanın iğrenç hissini yüklemişti omuzlarına.

Deniz bitmişti artık.

& & &

Tam iki hafta sonra, karla buzun karıştığı korkunç bir Moskova sabahı Hikmet Bey'in kapısını çalan eller Lucie’ninkilerden başkası değildi.

Kapıyı, Hikmet Bey’in buradaki belki de tek dostu, Yahudi doktor açtı. Yuvarlak çerçevelerinin altından gözlerini kısarak baktı.
-Siz Madam Lucie’siniz değil mi?
Lucie şaşırdı.-Evet- diyebildi sadece.
-Buyurun içeri.
Lucie,daha önce hiç duymadığı bir hisle salona oturdu.
Doktor, ne diyeceğini bilen tecrübeli gözleriyle Lucie’yi süzdü.
-Ben Mösyö Hikmet’in doktoruyum. Kendisinnin bir omurilik hastalığı vardı.
Bir süre burada tedavi gördü ama sonra tedaviyi reddetti.
Lucie donup kaldı.-Tanrım- diyebildi sadece.
-Sözün kısası Madam Lucie; Kendisini geçeen hafta piyanosunun başında ölü bulmuşlar. İntihar etmiş.
Yardımcısı, piyanonun üzerinde adınıza bir mektup, bir de şu kağıtları bulmuş.
Doktor çekmeceden çıkardığı kağıtları ve mektubu uzattı. -İzninizle- deyip çabuk adımlarla odadan çıktı.
Lucie zarfı açtı.

Merhaba Lucie…
Şimdi diyeceksin ki nereden bildi bu adam, buraya geleceğimi.

Peki sen nereden bildin? Neyi deme sakın biliyorsun. Bizler müzisyeniz Lucie.. Sesleri nasıl birbiri ardına sıralarsak hayatı da ona göre kurgularız kafamızda. Bir yerden sonra ellerimiz, gözlerimiz bizim değildir artık.

Sen bunları okuduğunda, yıllar önce ellerini kaldırıp orkestrayı başlatan şef, artık ellerini indirmiş olacak.

Sana verdigim acıların, hatta en sonuncusunun bile hiçbir anlamı yok artık. Hoşça kal.

Hikmet

Mektup, Lucie’nin elinden kayarken, gözü diğer nota kağıtlarına takıldı. Kağıtların en sonuncusunun altına baktı; ölçü çizgisi kapanmış, sonat bitmişti…

Uğur Saatçi
Temmuz-Ekim 2001
Karşıyaka

1