BİR DOSTU VE BİR ŞEHRİ GÖRMEYE GİTTİM.
ASİ'NİN ÜZERİNDE DELİ BİR RÜZGAR BULDUM,
SOKTUM KOYNUMA, GETİRDİM.
Başımı kaldırdığımda
ufak bir "Nerdeyiz?" sendromu yaşadıktan sonra küçük yerleşim birimleri yol
kenarında belirmeye başladı. Otobüs karanlığın içinde ilerlerken "Seyahat
etmeyi seviyorum," diye geçirdim içimden. Hele bir şehri keşfe çıkmak...
28 Ağustos'ta, ardımda sevgi dolu bir el sallayış ve bir çift göz
bırakarak çıktım yola. Karanlıktı. İzmir'i her haliyle özellikle de gece
vakti sevdiğimi, otobüs otogardan ayrılırken bir kez daha anladım. Sevdiğim
bir kente veda ediyor, bilmediğim uzak bir şehri keşfetmeye gidiyordum. Bu
keşif duygusu yolculuk boyunca içimi ısıttı. Yoksa yaklaşık bin üç yüz
kilometrelik bir yolu nasıl katedebilirdim. Kitap okudum, bir dergiden
Antakya hakkında yazılmış bir yazı okudum ve bu şehir hakkında birçok bilgi
edindim. Yanımda oturan yol arkadaşım İskenderunlu bir bayandı. Onunla
Antakya hakkında konuştuk, gezilip görülecek yerler hakkında tavsiyelerde
bulundu. Bu arada bol bol da uyuma fırsatım oldu. İlk defa bir otobüste,
hem de bu kadar uzun bir yolculukta böyle iyi uyuyabilmiştim.
Bir ara uyanıp, gözlerimi açmaya çalışarak pencereye doğru baktım. Uyku
sersemliğiyle gördüğüm ilk şey bakmaya doyulamayacak bir renkti. Pembe ve
eflatun karışımı bu renk, bembeyaz Konya Ovası'nda, güneşin doğuşunu
karşılamak üzere ufuktaki yerini almıştı. Ve bu büyüleyici zaman dilimine
şahit olan ben, göz kapaklarıma daha fazla hakim olamayarak, bir rüyadan
başka bir rüyaya doğru yol almaya başladım. Uyuyakalmışım.
Bundan sonra belirli aralıklarla verilen molalar, geçilen yerleşim
merkezleri, yolculuğun gerektirdiği diğer şeylerden sonra ilk hatırladığım
şey denizi görüyor olmamdı. İskenderun'a gelmiştik ve uzun sahiller boyunca
dalgalar kıyıya vurup duruyordu. Deniz kıyısındaki bir kentten, deniz
kıyısı olan bir başka kente gelmek beni mutlu etmişti. Sanırım bu özellik
bile İzmir'e özlemimi büyük oranda hafifletecekti. Yaklaşık birkaç saat
sonra da Antakya otogarına ulaşmıştık. Benimse içimde bir heyecan, on beş
saatlik bir yolculuk yapmanın getirmesi gereken yorgunluğu üzerimde
hissedemiyordum. Şöyle bir çevreme bakındım. Gazi yoktu. Gözlerim
otogarda Gazi'yi arıyordu, ama o yoktu. Bir süre bekledim. On beş dakika
sonra can dostum karşımdaydı. Onu ne kadar özlediğimi o an anladım.
Birbirimize sarıldık, artık Antakya maceram başlamıştı.
Eşyalarımı eve bıraktıktan sonra, daha ayağımın tozuyla ilk gittiğimiz
yer Antakya Parkı idi. Gazi için bu mekanın ne kadar önemli olduğunu
sonraki günlerde daha iyi anlayacaktım. Çünkü ne zaman önünden geçsek,
içeriye girmemizi ve Palmiye'de oturmamızı teklif ediyordu. Burası onun
için önemliydi, çünkü yalnız ve parasız geçen Antakya günlerinde gidip bir
çay içerek oturabileceği, kendini bir süre için bile olsa rahat
hissedebileceği bir yerdi Palmiye Çay Bahçesi. Nitekim, benim de ilk
gittiğim yerin burası olması kaçınılmazdı. Fakat can dostum bu sefer yalnız
değildi. Bu mekanı benimle paylaşıyordu.
Her kentin bir parkı olmasına ve genelde bu parkların birbirine çok
fazla benzemesine karşılık Antakya Parkı'nda ilginç bazı detaylarla
karşılaşmak söz konusu. Çok büyük bir alana kurulmuş olan bu parkın bir
cephesi Antakya'nın en işlek caddesine, diğer cephesi ise Asi Nehri'ne
bitişik bir alanda kurulmuş. Cadde üzerindeki kapısından girerken dikkatimi
ilk çeken görüntü bir dondurmacı idi. Kapının sağ kanadında bulunan bir
satış büfesinin önünde bulunan bu Maraş dondurmacısının diğer
dondurmacılarda olmayan bir özelliği vardı. O da, dondurma satan kişinin
tam üstünde baş hizasında kristal bir avizenin asılı olmasıydı. Evet,
bildiğimiz kristal avize. Hani şu büyük hantal koltuklarla ve dev camekanlı
dolaplarla evlerinin salonlarını dolduran insanların, bu devasalık ve
hantallık yetmiyormuş gibi, bir de tavana astıkları dokununca şıngırtılar
çıkaran ve o karmaşa arasında ampullerin ışığını dışarıya yeterince
veremediği avizelerden bahsediyorum. Sizi bilmem, ama benim gözüme
takılıverdi böyle bir görüntü. Üstelik bu bir dükkanın tavanında da asılı
değildi. Açık havada, bir dondurma buzdolabının üzerine kurulu bir kaidenin
üstüne monte edilmişti. Ve gündüz pek dikkat çekmese de, gece "Ben
buradayım," diyordu.
Parkın kapısından içeri girdikten bir süre sonra, sağ tarafa
yöneldiğinizde bir yürüyüş parkuru ile karşılaşıyorsunuz. Bu parkurun her
iki tarafı oldukça sık dizilmiş karaçamlarla bezenmişti. Yalnız yürüyor
olsanız bile mutlaka her iki yanınızda bir karaçamın varlığını
hissediyorsunuz ki bu duygu size Antakya'da misafirperverlik konusunda hiç
sıkıntı çekmeyeceğinizi hissettiriyor. Fransızlar zamanından kalma bu
ağaçlar haç biçiminde dikilmiş ve kuşbakışı baktığınızda ağaçlardan oluşan
büyük bir haç görülüyormuş. Söz Fransızlardan açılmışken, Antakya'da
bulunduğum süre içinde Fransızların kulağını çok sık çınlattık doğrusu.
Çünkü kentin en göze batan özelliklerinden birisi, pek çok hatta hemen hemen
bütün yapıların, Fransızlardan kalmış olması. Kentin bu görünümünü fark
ettikten sonra memleketim insanının yaratıcılık ve üretkenlik konusunda ne
kadar kısır olduğunun farkına bir kez daha varıyorsunuz ve bu içinizde derin
bir sızıya yol açıyor.
Antakya'daki ilk günümün gecesi adım adım yaklaşırken ben, Gazi ve
Antakya'da edindiğim yeni arkadaşlarla birlikte parktan çıkıyoruz ve bir
akşam gezintisi yapmak için kentin sokaklarında buluyoruz kendimizi.
Yanımda Gazi, Cihan ve Yusuf Hoca var. Yusuf Hoca diyorum, çünkü felsefe
öğretmeni olduğu için dostları ona öyle hitap ediyorlar. Küçük gezintimize
eski bir kilise binasının bitişiğinde yapılmış Han Restaurant'ta ara
veriyoruz. Mekan oldukça eski bir mimarinin kalıntıları arasında kurulmuş,
fakat günümüz masa ve sandalyeleri tüm bu mistisizmi bozuyor. Oturduğumuz
masanın yan tarafına şöyle bir gözüm takılıyor ve büyükçe bir sütun
parçasıyla karşılaşıveriyorum. Orada öylece yan yatırılmış ve unutulmuş bir
şekilde varolma savaşı veriyor. Bizler ise günümüzün masa ve
sandalyelerinde oturup, tarihin mistik kokusunu hissetmeye çalışarak
içkilerimizi yudumluyoruz (Ben her zamanki gibi alkolsüz içki içiyorum.
Cihan bunun aksini yapmam için geniş bir ikna kampanyası başlatmış olsa bile).
Derken sohbet Arapça üzerine yoğunlaşıyor ve bu konu üzerinde biraz
tartışıyoruz. Zaten geldim geleli bu Arapça meselesi benim dikkatimi
sürekli çekiyordu. Antakya'da herkesin anadili Arapça ve Türkçe bilmelerine
rağmen birbirleriyle çoğunlukla Arapça konuşuyorlar. Hatta bazen bu iki dil
birbirine öyle karışıyor ki, yarı Arapça yarı Türkçe bir lisan çıkıyor
ortaya. Halk pek çok nesnenin Arapça ismini biliyor Türkçe'sini bilmiyor.
Mesela, parktaki ağaçların isimlerini söylediğimde "Biz bunların Arapça'sını
biliyoruz," diyorlar. Biz bütün bunları konuşurken saatler geceyarısını
çoktan aşıyor ve tarih 30 Ağustos 1996'yı gösteriyor. Eve dönüyoruz.
On beş saatlik yolculuğun üzerine kısa bir Antakya gezintisinin ardından,
bir dostu görmenin ve bilinmeyen bir kenti keşfetmeye başlamanın huzuruyla
iyi bir uyku çekmiş, yeni bir güne hazır olarak uyanmıştım.
30 Ağustos nedeniyle kent biraz daha hareketliydi. Gazi, Cihan ve ben
Antakya'da bol miktarda bulunan Hıristiyan kiliselerinden birini görmeye
gittik. İçine giremedik, ama dış mekanında dolaşma imkanımız oldu. İyi
korunmuş dış cephesi ve çan kulesiyle yine Fransızlardan kalma bir yapı olan
bu kilisenin birkaç açıdan fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmedim doğal olarak.
Daha sonra yakın çevredeki bazı binaların ve şu an Ata Koleji olarak
kullanılan tarihi bir yapının da fotoğraflarını çektim.
Bu binalar mimari
olarak çok farklı özelliklere sahip değildiler, çünkü hepsi aynı kültürün
ürünü ve aynı dönemin yapılarıydılar. Kısacası bütün kapılar Fransızlara
açılıyordu. Gezimizin devamında KOMED'e uğradık. KOMED (Kolej Mezunları
Derneği) tarihi bir binanın içine kurulu küçük bir lokal. Bu bina aynı
zamanda eski Antakya evlerinin mimarisini en iyi yansıtan örneklerden biri
olarak görülüyor. İki katlı binanın alt katı her ne kadar korunmaya
çalışılsa da, bir lokalin ihtiyacına yönelik eklemeler ve değişiklikler
yapılmış. Sahibi George isminde bir gayrimüslim olan binanın üst katına
çıkmak için kendisine rica ediyoruz ve o da bize memnuniyetle evini
gezdiriyor. Evin üst katı oldukça iyi korunmuş, eşyalar bakımlı ve özenle
yerleştirilmiş. Eşyaların pek çoğunun yaşı yarım yüzyılı buluyor. Daha
eskileri bile var. Bazıları da yaşı genç olmasına rağmen antika değeri olan
parçalar. Oldukça büyülü, nostaljik ve etkileyici bir ortam. Birkaç
fotoğraf çekip dışarı çıkarken George ile biraz konuşuyoruz. Evin bakımının
gittikçe daha zor olduğundan bahsediyor. Duvarların dökülmeye başladığı
gözüme ilişiyor. Ama elinden geleni yaptığı da çok
açık. Keşke diyorum, İzmir'deki özellikle de Buca'daki tarihi köşklere bu
şekilde ilgi gösterecek insanlar olsaydı ve tarih gözümüzün önünde eriyip
gitmeseydi.
Alt kata iniyoruz ve bahçede bir masaya oturuyoruz. Küçük sevimli bir
bahçe, alt katın tam ortasında ağaçlar ve çiçeklerle süslenmiş. Dışarıya
dar bir koridorun ucundaki kapıdan ulaşılabiliyor. Cihan, lokalin
işletmecisi ile konuşup özel bir şeyler pişirip pişiremeyeceğini, benim
misafir olduğumu söylüyor. Zamanlamanın yanlışlığından dolayı börek yemeye
karar veriyoruz. Kaşar peyniri ve sosis ile yapılan Komed böreğinin tadı
hâlâ damağımda.
Lokalden erken ayrılmak zorunda kaldık, çünkü akşam Tavla Festivali'ne
gidecektik. Tavla Festivali Antakya'nın Tavla Beldesi'nde her yıl düzenli
olarak yapılan bir etkinlik. Bu yıl üçüncüsü yapılıyor. Festival
çerçevesinde paneller, konserler, halk oyunları vb. etkinlikler hazırlanmış.
Bu seneki festivalde Zülfü Livaneli, Ufuk Uras (ÖDP Genel Başkanı), Nihat
Matkap panel çerçevesinde orada bulunuyorlardı. Halkın yoğun isteği üzerine
Zülfü Livaneli bir de şarkı söyledi (Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor).
Panelde sol hareketin hedefleri, Türkiye'deki durumu gibi konular
konuşulurken, Ufuk Uras'ın bir sözü dikkatimi çekti. Antakya'da bulunma
sebepleri ve buradan sol hareketin etkinliği üzerine, "Sınır boylarına önem
veriyoruz, çünkü bizi sömürenler, kanımızı emenler kaçmaya yeltendiğinde
onlara sınır boylarındaki insanlarımız izin vermeyecekler," diyordu.
Konuşmasının sonunda ise elini havaya kaldırıp "Yaşasın aşk! Yaşasın devrim!
Yaşasın özgürlük! Yaşasın barış!" diye bağırdı. Gazi ve ben bu panelin de
monotonluktan ve bilindik çerçevenin dışına çıkmadığından yakındık.
Açıkçası, biraz da sıkıldık. Daha sonra Ayşegül'ün konseri başladı ve
gecenin devamında halaylar çektik, şarkılar söyledik ve oradan ayrıldık.
Küçücük bir beldenin böylesi bir organizasyon yapmış olması ilginçti doğrusu.
Devletin bu şehre ilgi göstermiyor olması, Antakya insanını kendi çabasıyla
bir şeyler yapmaya sevk ediyordu. Zaten dikkatimi çeken konulardan biri de
buydu Antakya'da. Devlet, Hatay sınırlarımız içine alındığından beri garip
bir paranoya içinde hep elinden gidiverecekmiş, Suriye'ye dahil olacakmış,
Antakya halkı böyle bir talep gösterecekmiş gibi bir halet-i ruhiye
içerisinde davranmaktaymış. Bu yüzden maddi-manevi bir ilgisizlik hüküm
sürmekte. Garip bir dışlama söz konusu. Oysa devlet bu yanlış ve güvensiz
politikaları yüzünden olması muhtemelmiş gibi gözüken pek çok olumsuz
koşulun oluşabileceğini göz ardı ediyor. Ve böylesi güzel bir şehir kendi
kendine, kendi yağıyla kavrulmaya bırakılıyor.
"Antakya'nın en hoşuma giden özelliği ne olabilir?" sorusuna kendi
kendime şöyle cevap verirdim herhalde: "Suyun bol olduğu bir memleket."
Geçmişte çok daha bol olmasına rağmen şimdi de su kaynağı oldukça fazla bir
yer. Kentin görünümünü tek başına değiştiren Asi Nehri'nin suyu bugün
Suriye'yle problemler yüzünden ve sulamada kullanılması sebebiyle oldukça
azalmış olsa da hâlâ Antakya'nın en karizmatik özelliği. Nehre şöyle bir
bakınca suyun azlığı her ne kadar Asi ismiyle tezat oluştursa da, yine de
kente bir soluk getirdiği şüphesiz. Hele üzerindeki köprülerden birinde
durup esen deli rüzgarı içime doldurmak Antakya'da yapmayı sevdiğim şeylerin
başında geliyordu. Kenti hiç yalnız bırakmayan bu esinti adeta nehirle
bütünleşiyor ve günün her saati Antakya'yı kollarıyla sarıyordu. Zaten
sıcağa da başka türlü katlanamazdık herhalde.
Kentten çıkıp şehir dışına yöneldiğimizde ilk durağımız "Soğuk Su" oldu.
Dağların arasından çıkan bu su kaynağı tıpkı Asi Nehri'nde olduğu gibi eski
gücünü kaybetmiş olsa da, yine de halkın çok sık gittiği mesire yerlerinden
biri olma özelliği gösteriyor. Ağaçların arasında bazen sakin sakin bazen
de şelaleler oluşturarak akan bu su kaynağı; dinlenmek, eğlenmek, piknik
yapmak isteyenlerin fırsat buldukça geldikleri bir yer. Gazi, Yusuf Hoca ve
ben de bu fırsatlardan birini yaratıp "Soğuk Su"ya geldik ve güzel bir gün
geçirdik. Mangalda tavuk yaptık, masa ve sandalyelerimizi tıpkı diğer
insanlar gibi suyun içine koyup suyun soğukluğuna ayaklarımız dayanıncaya
kadar oturduk ve şarkılar söyledik. Vücudumuzu bu şekilde dinlendirdikten
sonra Gazi'nin köyüne doğru yürümeye başladık. Adresimiz Samandağ İlçesi,
Aknehir Beldesi, Akpınar Mahallesi. Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra
gideceğimiz adrese ulaştık. Yürürken hep Asi'yle içiçeydik. Bizi hiç
yalnız bırakmıyordu. Çevrede bir sürü ağaç, yemyeşil bir mekan. "Neden
Samandağ?" diye sordum kendi kendime. Bu kadar sulak ve yemyeşil bir
memlekete neden Samandağ gibi kuraklığı ve yeşil yerine sarıyı çağrıştıran
bir isim koymuşlar? Beldenin ve mahallenin ismi yöreye çok yakın ve uygun,
ama ilçenin adı beni yanılttı doğrusu. Ne bileyim yanlış bir önseziye
kapıldım galiba.
Akpınar Mahallesi. Gazi'nin doğup büyüdüğü yer. Aslında bir köy, ama
belde belediyesine bağlı olarak mahalle olmuşlar. Akpınar'a geç vakitlerde
ulaştığımız için, ilk izlenimlerim sadece bol ağaçlı ve Asi Nehri'yle komşu
olmasıydı. Ayrıca Gazi'nin anlattığı çocukluk anıları da köye girerken
nostaljik bir hava estirmekteydi. Akpınar'ın gerçek özelliklerini ertesi
gün daha iyi anlayacaktım. Akpınar'a geldiğimiz ilk gece Gazi'nin doğup
büyüdüğü eve gittik ve anne-babasıyla tanıştım. Gerçekten çok tatlı
insanlar. İşin kötü yanı Türkçe bilmemeleri ve benim de Arapça bilmemem.
Diyalogları Gazi tercüme etmeye çalışsa da, bu hem yeterli değildi hem de
aramızda sıcak bir iletişim olmasını sağlayamadı. O anda Arapça bilmediğim
için kendi kendime hayıflandım. Beni üzen konulardan biri de bu insanların
kendilerini çok yalnız hissetmeleriydi. Artık oldukça yaşlanmışlardı ve
bütün çocukları onlardan ayrı kendi hayatlarını kurmuşlardı. Onlar ise
biraz ilgi ve yakınlık görmeye hasret, çocuklarına özlem duyarak küçücük
dünyalarında kendi hallerinde yaşamaya devam ediyorlardı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Gazi'yle birlikte Yusuf Hoca'nın evine gittik.
Bir süre orada kaldıktan sonra hep beraber bir gece yürüyüşüne çıktık. Gazi
bunu özellikle istemişti, çünkü yürüyüş yapacağımız yerin onda hoş anılar
bıraktığını daha önce anlattıklarından hatırlıyordum. Köyün içinden geçip
asfalt yolda yürümeye başladık. Yolun her iki tarafı incir ağaçları ve
diğer meyve ağaçları ile doluydu. Dört kişiydik. Gazi, Yusuf Hoca ve
kardeşi, bir de ben. Yürüyüş için oldukça iyi bir hava vardı. Gökyüzü
yıldızlarla doluydu, hafif bir esinti yüzüme dokundukça ılık bir okşama
hissediyordum ve zaman zaman yolun kıvrımları Asi'yle kucaklaşıyordu. Ne
kentin yoğun gürültüsü, ne kirli havası ne de kalabalığı. Hiçbiri burada
yoktu. Hava temiz, kalabalık yok, kuş sesleri ve biz karanlığın içine doğru
ilerliyorduk. Çevrede yıldızlar dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu.
Gazi'nin "Boğaz" dediği bu yürüyüş parkuru iki dağın birbiriyle kesişmesiyle
oluşan bir görüntü oluşturuyordu. Bu kesişmenin bulunduğu yerden rüzgar
giriyor ve köyün soluk alması sağlanıyordu. "Eğer böyle olmasaydı, dağlar
arasında sıkışıp kalırdı," diyor Gazi. Gazi'nin buraya neden bu kadar önem
verdiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Onun için bir gelenek haline gelmiş
burada yürüyüş yapmak. Kim bilir şimdiye kadar hangi düşünceler geçti
kafasından, hangi duygular benliğini kapladı, hangi kararları aldı, nasıl
hayaller kurdu bu yolda tek başına yürürken? Ya da hangi dostlarıyla
paylaştı bu mekanı? Bunları yalnız o bilebilir. Bildiğim bir şey var ise,
bu paylaşımdan benim çok mutlu olduğumdur. Gazi'nin, Yusuf Hoca'nın
bahçesinden benim için kopardığı gülün kokusunu ise hâlâ içimde
hissedebiliyorum. Tıpkı o ılık rüzgar gibi.
Akpınar'da insanlar oldukça mütevazı bir hayat yaşıyorlar. Geçimlerini
incirden, defne ağaçlarından ve lif bitkisinden sağlıyorlar. Zaten yörenin
en önemli özelliklerinden biri de bu: Defne ve lif. Defne ağacının
yaprağında ve meyvesinden hem sabun yapıyorlar, hem de kozmetik ve ilaç
sektöründe kullanılması için satıyorlar. Bu ağacın hasat mevsimi sonbahar
olmakla birlikte meyvelerin toplanması oldukça külfetli bir iş. Lif ise
sarmaşık türü bir bitki ve büyük sarı çiçekleri var. Bu bitkinin
meyvesinden ise banyoda kullanılmak üzere lifler yapılıyor. Oldukça ilginç
bir yapısı var; ıslanınca yumuşuyor, kuruyunca sertleşiyor. Gazi beni
bahçe aralarında gezdirirken, defne ve lifin bu yöre halkı için ne kadar
önemli olduğunu anlıyorum.
Akpınar'da fazla kalmıyoruz.
Sadece bir gece.
Ertesi gün öğleye doğru oradan ayrılıyoruz.
Yanımızda Yusuf Hoca da var. Onu görev yaptığı yere, Konya'ya yolcu
edeceğiz.
Akpınar'daki ilk sabahımda benden beklenilmeyecek derecede erken
kalkıyorum. Gazi her zamanki gibi benden de erken kalkmış. İncir toplamaya
gitmiş ve ben uyandığımda dönmüştü bile. Hep beraber yapılan mütevazı bir
kahvaltıdan sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Ayrılırken Gazi bana annesinin
yetiştirdiği sarı karanfillerden veriyor. Bu kadar duygu dolu özel bir
dostum olduğu için kendimi çok şanslı ve çok mutlu hissediyorum.
Akpınar'dan ayrılırken bende kalan bir pembe gül ve sarı karanfil oluyor.
Bir de anılarımda yerlerini alacak olan çok hoş anlar elbette. Son olarak
bir de vücudumda kanımı emmedikleri yer kalmayan sivrisinekler var ki,
onları unutmak mümkün değil. Ki geceleyin karyolanın üstünde cibinlik
olmasına rağmen yine de beni rahat bırakmadılar. Laf aramızda o gece
kendimi misafirden ziyade prenses gibi hissettim, çünkü daha önce hiç
cibinlikli bir karyolada uyumamıştım. Misafirliğin avantajları işte.
Akpınar'a ve oranın sıcak insanlarına sevgiler...
Kentten uzak geçen bir günden sonra yine kente dönüyoruz. Antakya
tekrar kucaklıyor bizi. Artık şehrin tarihi ve turistik mekanlarını bir bir
dolaşmaya hazırım. Dünyaca ünlü mozaikleriyle Hatay Arkeoloji Müzesi, St.
Pierre Kilisesi, mitolojik geçmişiyle Harbiye (Daphne), Habib-ün Neccar
Camii, eski dar sokaklar ve tarihi Antakya evleri ve kentin biraz dışında
okyanuslara taş çıkartırcasına bir uzunluğa sahip Çevlik Sahilleri ve aynı
yörede bulunan Titüs Tüneli. Bunların hepsi Antakya'nın mutlaka görülmesi
gereken özgün mekanlarından en önemlileri.
3 Eylül öğleden sonra Antakya'nın tek müzesi olan ve 1948'de son halini alan
Hatay Arkeoloji Müzesi'ne gidiyoruz. Devasalığı dikkatimi çekiyor ilk önce.
Bu devasalık hem müze binasında hem de içerisindeki mozaiklerde kendini
gösteriyor. Böylesi büyük ve ağır kütleleri duvarlara monte etmenin son
derece zor olduğu düşüncesi kaplıyor içimi. Bir yandan da hayranlık ve
merakla teker teker mozaikleri incelemeye başlıyorum. Mozaikler çoğunlukla
2., 3., 4. ve 5. asırlardan kalma. Kazı çalışmaları sırasında ve daha sonra
bazı hasarlar olmuşsa da hâlâ güzelliklerinden ve etkileyiciliklerinden bir
şey kaybetmemişler. Hatay Müzesi'nin neredeyse tümü mozaiklere ayrılmış
durumda. Birkaç heykel, ayrı bir odada pek çok döneme ait paralar ve bazı
arkeolojik buluntular var. Fakat mozaikler o kadar çok ki bazıları binanın
içine sığmamış ve müze bahçesinde yıpranmaya terkedilmiş. Hava şartlarının
etkisiyle ne kadar sağlam kalabilecekleri de şüpheli.
Antik
çağdan bu yana hemen her sanatçıya konu olan mevsimler Harbiye'de bulunan
ikinci asır mozaiğinde de çıkıyor karşımıza. Antik Çağ yaşamı ve
inançlarıyla ilgili ne ararsanız mozaiklerde bulabiliyorsunuz. Ayrıca Hatay
Müzesi'nde çoğu Harbiye'deki Roma devri villalarından gelmiş zemin
mozaikleri de sergileniyor. Çiftlik, köy yaşamı, kır yaşamı gibi konuları
içeren konular dönemin perspektif anlayışına uygun ve gerçekçi bir biçimde
yansıtılmış. Dış çevre anlatımları kadar, ev içi betimlemeleriyle de
Antakya mozaiklerinde ışık-gölge ile derinlik ifadesi yaratılması önemli bir
çaba olarak gözleniyor. Özellikle ışığın etkisi çok başarılı.
Hiç şüphe yok ki, Antakya'daki Hıristiyan eserlerinin en önemlisi şehrin
2 kilometre kuzeydoğusundaki St. Pierre Kilisesi. 13 metre uzunluğunda, 9,5
metre genişliğinde, 7 metre yükseklikte Antakya'daki üç dağdan biri olan
Stauris (=Haç) Dağı'nın batı kesimine kayalara oyularak yapılmış olan bu
kilisenin 13. yüzyılda Haçlı seferleri sırasında ilk Hıristiyan cemaatinin
kullandığı yerlerden biri olduğu anlaşılmış ve önüne Orta Çağ'ın mimari
karakterine uygun Gotik tarzda bir cephe duvarı inşa edilmiş. İnanışa göre
ilk defa mesih İsa'nın takipçilerine "Hıristiyan" adı burada verilmiş.
Kayalıklar içindeki mağara uzun süre tapınma yeri olarak kullanılmış. Hâlâ
Noel ya da çok özel törenlerde bu mekan kullanılmaktaymış.
Şehir içindeki Habib-ün Neccar Camii, burada mevcut bir Roma tapınağı
üzerine yapılmış eski bir kilise. Minaresi 17. yüzyılda eklenmiş, Hz.
İsa'nın aslen marangoz olan Habib-ün Neccar'ı Hıristiyanlığı yaymak için
Antakya'ya gönderdiğine inanılıyor.
Tarihi mekanlarda zaman içinde kaybolurken kendimizi Antakya'nın dar
sokaklarında buluveriyoruz. Birbirine girift bir şekilde eski Antakya
evleriyle bezenmiş bu dar sokaklarda bir kez daha zamanda yolculuğa
çıkıyoruz. Geçmiş bizi sarıp sarmalıyor ve büyük kentin bu minyatür
dünyasında çok daha büyük duygular kaplıyor içimizi. Bu mistik kokuyu
içimize çekip başka bir dar sokağa sapıyoruz ve karşımıza yeni bir
Hıristiyan kilisesi çıkıyor. İçeri girince bizi minik bir bahçe karşılıyor.
Ortadaki büyük greyfurt ağacı bahçeyi kolları altına almış. Bahçenin bir
köşesinde muhtemelen gayrimüslim olan orta yaşlı bir bey bilgisayarıyla
çalışıyor. Onunla merhabalaşıp kiliseyi gezmeye koyuluyoruz. Bu kilise
diğerlerine göre çok daha iyi korunmuş durumda. Muhtemelen hâlâ ayinler
düzenleniyor ve ibadete açık bir mekan. Sanki az önce bir ayin bitmiş,
insanlar çok kısa süre önce burayı terk etmiş gibi kilisenin atmosferi hâlâ
sıcak. Bahçeye tekrar dönüyoruz ve yukarı kata çıkan merdivenlere doğru
ilerliyoruz. Burası bir teras katı. Küçük bir çan var. Ben çanın
fotoğrafını çekmeye hazırlanırken birden bir cami minaresi de vizörden içeri
dalıveriyor. Bu çok yakındaki bir caminin minaresi. Herhalde böyle bir
tabloyla ancak Antakya gibi etnik zenginli olan bir memlekette karşılaşılır
diye düşünüyorum. Antakya'yı Antakya yapan özellik de budur herhalde.
Yahudiler, Ermeniler, Hıristiyanlar, Alevisiyle ve Sünnisiyle Müslümanlar,
Araplar, Türkler hepsi bir arada yaşıyor burada.
Antakya gezimi her ne kadar sulak yerler de görmüş olsam bile denize
özlemim dolayısıyla Çevlik'te sürdürüyorum. Çevlik, Samandağ'a bağlı,
okyanuslara taş çıkartacak büyüklükte ve uzunlukta bir sahil şeridi. Deniz
sürekli dalgalı, ama bazen haftada bir dalgasız oluyor ve halk böyle
günlerde bayram havası estiriyor. Yazık ki böylesi güzel bir sahile hiç
ilgi gösterilmiyor. Kirlenmeye başlamış ve kaderine terkedilmiş. "Başka
bir ülkede olsa neler yapılırdı kim bilir?" diye düşünmekten kendimi
alamıyorum. "En azından sörf turnuvaları düzenlenip bazı etkinlikler
yapılabilir," diyorum Antakyalı dostlara. Onlarsa "Maalesef," demekten
kendilerini alamıyorlar. "Devlet ilgisiz, Antakya'ya yatırım yapmaktan
kaçınıyor, elinden kaçıracağını, Suriye'ye kaptıracağını düşündüğü için
yatırım yapmıyor," diyorlar. Antakya'da ne yapılıyorsa kendi içinde kendi
insanı tarafından yapıldığını öğreniyorum. Böylesi devlet politikalarının
bu ülkeye daha neler neler kaybettireceğini düşündükçe öfkeleniyorum.
Güzelliklerin kıymetini bilmiyoruz, elimizin arasından kayıp gitmesine izin
veriyoruz. Sonra da çağdaşlık palavraları atıyoruz. Öfkem bir kat daha
artıyor.
Çevlik'te sahilin uçsuz bucaksız görünümün ardından dağlara doğru
yöneldiğimizde devasa bir görüntüyle daha karşılaşıyoruz. Antakya'da devasa
şeyler görmek artık beni şaşırtmıyor ama Titüs Tüneli'ni görünce hayran
olmadan edemiyorum. Girişteki yazıtta yazılanlara göre, bu tünel sel
sularının taşıdığı alüvyonlar Seleukeia (Çevlik) Limanı'nı bataklığa
dönüştürmeye başladığında imparator Vespasianus Titüs tarafından binlerce
köleye yaptırılmış. 7 m. yüksekliğinde, 130 m. uzunluğundaki tüneli
gezerken tepeden sızan azıcık güneş ışığı ile önümüzü görmeye çalışıyoruz.
Tünelin duvarlarından kayaları yararak fışkıran ağaçlarda konuşlanmış olan
kuşlar bizi hoş geldiniz ezgileriyle karşılıyorlar. Tünelin içinde
ilerlerken zifiri bir karanlık ile mücadele ediyoruz. Elimizde fener
olmadığı için bu karanlıkla boğuşmak biraz zor oluyor. Bastığımız yerleri
dikkatle seçerek ve ıslak kayalardan kaymamaya çalışarak tünelde ilerliyoruz.
Karanlık beni ürkütmüyor, karanlığı seviyorum. Yüzyıllar önce insan emeği
ile böylesi büyüklükte bir yapının yapılmış olması düşüncesi beni çok
etkiliyor. Yüzlerce kölenin kan, ter içinde çalıştığını şu an tünelin
içinde akan su kanalında terlerini yıkadıklarını hayal ediyorum. İnsan
gücünün enginliği, engin denizlerin beni etkilemesi gibi etkiliyor. Ben de
yorgunluğumu kanaldan bir avuç su alıp yüzüme çarparak gidermeye çalışıyorum.
Artık dönüş vakti deyip tünelden geriye doğru yol alıyoruz.
Denize doğru yol
almak beni mutlu ediyor. Denizin verdiği sonsuzluk duygusu beni çekiyor.
Kendimi elimde iki litrelik bir şişe su ile birlikte deniz kenarında taşın
üzerinde oturmuş buluyorum. Orada Gazi ile birlikte saatlerce oturuyoruz ve
azgın dalgaların kayalara çarpmasını seyrediyoruz. Köpükler rüzgarla
birlikte yüzümüze çarpıyor ve orada geçen saatler huzura en çok yaklaştığım
saatler olarak anılarıma yansıyor. Gönlümden oradan ayrılmak gelmese de
Gazi'nin her zamanki gibi (!) karnının acıkması dolayısıyla geri dönmeye
karar veriyoruz.
Geri dönüş yolunda içimi kaplayan huzur azaldı ve Çevlik'e gelirken
karşılaştığımız trafik kazası aklıma geldi. Çünkü dönerken de aynı yoldan
geçtik ve kaldırımda hâlâ kan lekeleri vardı. İlk defa gözümün önünde bir
kaza gerçekleşiyordu ve her şeyin bu kadar çabuk olup bitmesi hayatı tekrar
sorgulamama neden oldu. Fazla sürat yapan bir otomobilin direksiyon
hakimiyetini kaybederek dükkanın önünde kendi halinde çalışan bir işçi
çocuğa çarpması ve çarpan şoförün saniye geçmeden kaçıp gitmesi ve bütün
bunların benim içinde bulunduğum minibüsün tam önünde olması çok soğukkanlı
olmama rağmen içimi tuhaf hislerle doldurdu. Bir saniye sonra ne
olacağımızı kim bilebilirdi ki? O çocuğa ne olduğunu öğrenemedik. Dilerim...
Antakya'da beni en çok etkileyen aklımdan hiçbir zaman çıkmayacak
güzellikteki mekanı en sona sakladım. Bu mekan Harbiye yani mitolojik
adıyla Daphne. Yeşilin suyla bütünleştiği ve rüzgara karıştığı Harbiye'de
mitoloji ile iç
içe olabilmek gibi bir şansınız oluyor.
Su şehri Antakya'nın en güzel su kaynaklarından biri çağlayanlarıyla ünlü
Daphne yani bugünkü Harbiye.
Su galiba en çok buraya
hayat vermiş. Defne, okaliptüs, zeytin vb. ağaçlarla kaplı tepeler burayı
adeta bir cennete çevirmiş. Böyle bir ortamda tanrıların varlığını her an
hissedebiliyorsunuz.
Mitolojiye göre genç su perisi Daphne ırmak tanrısı Peneus'un kızıymış
ve Leukippos da bu kıza aşıkmış. Delikanlı kıza yaklaşmak için kadın
kıyafetine girmiş, fakat durum anlaşılmış ve Daphne'nin arkadaşları
tarafından öldürülmüş. Fakat tanrı Apollon da hayranmış Daphne'ye ve Daphne
Apollon'dan kurtulmak için babasından kendisini bir ağaç (defne) biçimine
sokmasını istemiş. İşte
bu hazin hikayenin bugünkü adı Harbiye olan Daphne'de geçtiği kabul ediliyor.
Sadece Daphne'nin hikayesiyle sınırlı değil Harbiye. Mitolojik devirde
yaşanmış pek çok etkinliğin bu mekanda olduğu söyleniyor. İnanmamak elde
değil. Okuduklarınız, dinledikleriniz ve gördüklerinizle şöyle bir
gözlerinizi kapayıp düş gücünüzü kullandığınızda, gerçeklerden düşlere doğru
bir yolculuğa çıkıveriyorsunuz. Kulağınızda bazen kızgın, bazen sakin
yükseklerden ağaç köklerini yalayarak akıp geçen şelalelerin uğultusu öylece
kalıveriyorsunuz yamacın kenarında. Kendinizi aşağıya bırakıvermek ve
doğayla kucaklaşmak için ani duygu yoğunlukları oluşuveriyor. Eğer içinizde
doğa aşkı varsa iyice depreşecek Daphne'de. Şayet yoksa mutlaka bu aşk
yüreğinize girecektir, eminim.
Antakya'da kaldığım süre içinde ben iki kez bulundum Daphne'de; gündüz ve
gece. Her iki zaman diliminde de mükemmelliğinden bir şey kaybetmiyor.
İkinci Daphne ziyaretim Antakya'daki son gecemdeydi. Antakyalı dostlarla
yenilen güzel bir yemekten sonra hep beraber Harbiye'ye geldik ve İzmir'e
dönmeden önce son bir kez daha Daphne'nin beni büyülü diyarlara götürmesine
izin verdim. Uçurumun kenarında kurulmuş bir çay bahçesinde oturduk. Tadı
hâlâ damağımda olan meşhur Antakya künefesinden ısmarladık (Bu yazıyı
yazarken bile künefe olsa da yesem diye sayıklıyorum). Ve kendimizi gecenin
kendine özgü ritmine bırakıyoruz. Şelalelerin bu ritme uygun çıkardıkları
seslerle bir yandan ateş böceklerini dinliyoruz, diğer yandan burnuma hoş
yaprak kokuları geliyor. Antakya'nın asi rüzgârının ılık bir akşam
rüzgârına dönüşmesi beni çarpıyor. Bir yerlerden kulağıma hafif hafif bir
müzik sesi geliyor. Biraz dinledikten sonra şarkıya ben de eşlik etmeye
başlıyorum: "Turnalar / Sevdiğim ol / Sen gelince bahar gözlüm / Yarınlar da
ikimizin / Yürüyoruz." Büyük bir iştahla tabağımdaki o lezzetli şeyi,
Antakya'da keşfettiğim bu yeni tadı mideme indiriyorum. Künefeyi seviyorum!..
Bir kenti anlatırken o kentin çarşısı hakkında bir şey söylememek
anlatımda bir eksiklik, bir kusur olduğu izlenimini verir bana göre. İşte
bu yüzden Antakya'nın otantik ve en işlek mekanlarından biri olan Uzun
Çarşı'ya değinmek gerekiyor. Bakırcılar, saraçlar, semerciler, kalaycılar,
kuyumcular, marangozlar, demirciler...
Çoğu yerde çoktan
unutulan zanaatlar...
Belki de pek çok kentin çarşısında artık görülmesi mümkün olmayan
görüntülerle karşılaşmak mümkün Uzun Çarşı'da. Hâlâ demiri döverek işleyen
demirci ustaları, tenleri is bulaşık ve kirli giysileri kara... Soğan,
maydanoz, domates, biber ve eti kalın bir latanın üzerinde pala biçimindeki
satırla doğrayıp Antakya insanının o en sevdiği yemek olan sini kebabını
yapan kasap... Bir telaş, bir uyum, bir hareket, bir renk, bir sıcaklık,
bir renk cümbüşü. Yerlisi, kentlisi, köylüsü, yabancısı, hepsi akraba.
Yahudisi, Ermenisi, Hıristiyanı, Alevisi ve Sünnisi ile Müslümanı, Arabı,
Türkü hepsi Uzun Çarşı'da bir arada.
Uzak diyarlarda bir
memleket... Bir su şehri... Etnik zenginliğiyle yıllardır bir arada
yaşamayı beceren bir insan topluluğu... Bir tabuya karşı çıkıp kuzeyden
güneye değil, güneyden kuzeye akan asi bir nehir Orontes... Ve o deli
rüzgar... ANTAKYA...
Can dostum bana, "Antakya'dan ayrıldıktan sonra en çok hatırlayacağın
şey nedir?" diye sormuştu.
Hiç tereddütsüz, o deli
rüzgar... Köprüde durup terimi kuruttuğum, alıp içime soktuğum, ruhumun
derinliklerine kadar gitmeyi başaran o deli rüzgar. Vücudumu ve benliğimi
hâlâ sarıp sarmaladığını hissediyorum.
Bir dostu ve bir şehri görmeye gitmiştim. İyi ki de gitmişim!
Sevgi
Ünal
İzmir, 14 Eylül 1996
|