“CANIMSIN” ANTAKYA

“Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık.”
İlhan Berk

Bir şehir düşünün ki, zaman orada en akışkan haliyle sizi kucaklasın.  Asıldıkça zaman ipinin ucundan, o sizi iki kat fazla çeksin kendine.  Saatleri, günleri, bildiğiniz bütün tarihleri unuttursun.  Yalnız kendi tarihiyle sarıp sarmalasın sizi.  Büyülü bir hare ile çevrelesin etrafınızı, başınızı döndürsün.  Her gidişinizde ayrı bir dünya koysun önünüze.  Öyle bir şehir düşünün ki, orada geçmiş sizi rahatsız etmesin, gelecek kaygılandırmasın.  Her seferinde sevgi dolu karşılaşmalar, kucaklaşmalarla geçsin günleriniz.  Ne bir kötü anı ne de kötü bakan biri çıksın karşınıza.  Bütün dinleri, ırkları, sesleri, renkleri, tatları, tarihi, kültürü, coğrafyası ve efsaneleriyle, büyülü bir pencere açsın yüreğinize ve siz bir daha o pencereyi kapatmak istemeyin yaşamınız boyunca.  Orada insanlar birbirine, aileden olsun ya da olmasın, “Canımsın” desin.  “Canımsın”.  Çocuklar böyle sevilsin, dostlar böyle karşılansın, telefonda ilk bu kelime kullanılsın tatsız ve anlamsız ‘Alo’nun yerine.  Türkiye’nin çoğu yerini gezmiş biri olarak, ben hiçbir şehirde birbirine canımsın diye hitap eden insanlar görmedim.  Yüz yüze, telefonda, nerde olursa olsun bu sevgi dolu kelimeyle açıyorlar cümlelerini.  Ve yine aynı kelimeyle bitiriyorlar.  Arapça’da ‘ruhumsun’ anlamında bir kelime kullanılırmış.  Canımsın ise bir çeşit Türkçe’ye adapte edilmiş hali olarak düşünülebilir, anladığım kadarıyla.  Ruhumsun, yani içimden bir parçasın, hem de en önemli parçasın.  Benim için çok önemlisin.  Ruh, insanın en gizli yönü, en ulaşılmaz parçası, en özeli.  Birine “Canımsın” dediğinde, onu en özel yere kabul etmiş oluyorsun.  En gizli bahçene.  İşte Antakya, benim gezgin ruhumda en özel izi bırakmış şehir olarak yer almışken, elbette bu yazının başlığına bastıra bastıra “Canımsın Antakya” demek uygun düşerdi.  Gönlüme ve bu kağıda yazdığım/yazacağım her şey bir tek bu kelimeyle açıklanabiliyor çünkü.
      “Antakya, her gelişimde beni yeni sürprizlerle karşılıyor.  Bu kente ilk gördüğümden beri aşığım,” demiştim gelişimin ertesi günü arkadaşlarıma gönderdiğim kartpostalların arkasına.  Bir film çekiliyordu Antakya’da ve bu Semir Aslanyürek’in kendi hayatından yola çıkarak yazdığı üçleme olarak düşünülmüş bir filmdi.  Benim kişisel Antakya hikayem de bir üçlemeydi aslında.  Birincisi -ki bu 1996 senesindeydi- “Bir dostu ve bir şehri görmeye gittim, Asi’nin üzerinde deli bir rüzgar buldum, soktum koynuma getirdim,” diye yazıya döktüğüm bir maceraydı.  Doludizgin geçen günler boyunca bütün tarihi, doğal, kültürel özelliklerini tanımak için delicesine koşturup durmuştum Ağustos ayının yakıcı sıcağına aldırmayarak.  Titus Tüneli’nin ihtişamına hayran kalmış (giderek bakımsızlaşması bir yana), kiliselerle camilerin iç içe geçmiş mozaik yapısından etkilenmiş, her bunaldığımda kendimi parkın bol ağaçlı serin atmosferine atıp dinlenmiştim.  Müzeye girince saatlerce çıkamamış ve böylesi bir ihtişamın daha iyi ellerde, daha iyi koşullarda yaşatılması gerek, diye düşünmekten kendimi alamamıştım.   Aynı düşünce, Çevlik sahilini ilk gördüğüm zaman da geçmişti aklımdan.  Bu kadar uzun bir sahil niye bu kadar ilgisizliğe mahkum edilmişti.  Kaliforniya sahillerinden hiçbir eksiği yoktu.  Hatta kendine özgü bir kumu olduğu, sürekli esen rüzgarı ile sörf yapmaya çok uygun olduğu da açıkça görülüyordu, ama bir el atan yoktu işte.  İşin kötüsü, ilk gidişimde de, ikinci ve üçüncü gidişlerimde de durum hiç değişmemişti Çevlik sahilinde.  Hatta daha da kötüleşmişti. 
      İkinci Antakya maceram; 1998 senesindeydi ve bu sefer sıcağı seven ben, Haziran ayında almıştım soluğu Antakya’da.  Bu sefer aşk içindi ziyaretim.  Aşık olduğum şehir bu defa bana, yüreği sevda ateşi ile yanan birini tanıştırmıştı.  O da ben de çok uzaklardan gelip yollarımızı Antakya’da kesiştirmiştik.  Bu şehrin bendeki büyüsü ikiye katlanmıştı böylece.  Her şey farklı görünür olmuştu, her tat farklı bir yoğunluğa erişmişti.  Fakat, Antakya’nın büyüsü aşkın büyüsüne meydan okumuştu.  (Eros okunu yanlış yere saplamış olmalıydı.  Ya da bu şehrin bir parçası olduğu için, uzaktan gelen bir faniyi değil Antakya’yı seçmişti benim gönlüme saplamak için.  Veyahut ta, daha sıradan bir saptamayla, insani zaafların kurbanı oldu bu aşk da diğerleri gibi.  Kim bilebilir.)  Ve Antakya’dan uzak geçen bir yılın sonunda bu kente duyulan aşk galip gelmişti.  Bir şehre duyulan aşkın, bir insana duyulan aşktan çok daha kalıcı olduğunu anlamıştım böylece.  Antakya’ya üçüncü ziyaretim bunun en güzel kanıtıydı işte.
      Bir gecede karar vermiş, otobüse atladığım gibi soluğu Antakya’da almıştım.  Mozaik Müzesi’nin önündeki ahşap sıralarda oturuyor bulmuştum kendimi.  Bir yandan, bu kenti ne kadar özlemişim, diye içimden geçirirken, diğer yandan Asi’nin üzerinden esen o deli rüzgara kulak vermiştim.  Üçüncü maceramın hepsinden öte bir yoğunlukta geçeceğini işte o dost rüzgar fısıldamıştı kulağıma.  Çünkü, bir takvim getirmişti bu sefer beni Antakya’ya.  Orhan Pamuk; “Bir kitap okudum bütün hayatım değişti,” demişti Yeni Hayat romanında, ama benim hikayem bambaşkaydı.  Aylar önce, Antakya fotoğraflarından oluşan bir takvim görmüştüm İzmir’de ve beş yıllık Antakya aşkım depreşivermişti yine.  Fotoğraflar o kadar güzeldi ki beni Antakya’ya doğru çekiyordu adeta.  Bir adres vardı takvimin arkasında ve ben yazma delisi ellerime hakim olamayarak, Antakya aşkımdan ve fotoğrafların bende yarattığı etkiden bahseden kısa bir mektup yazmıştım, adı gibi kendisi de güzel İsmail Güzelmansur’a.  Sonrasındaki birkaç yazışmadan sonra, yeni bir takvim çalışması olduğunu öğrenmiş ve daveti üzerine fotoğraf çekimlerine de katılmak arzusuyla, özlediğim şehrin yollarında buluvermiştim kendimi. 
      Türkiye sınırları içinde onca müze gezdim gördüm, Antakya Mozaik Müzesi gibi insanların buluşma noktası haline gelen başka bir müzeye rastlamadım.  Mozaiklerdeki küçücük renkli taşların bir araya gelip eşsiz bir bütün oluşturması ve bin yıllar sonra ortaya çıkarılıp müzenin içinde yaşam bulması nasıl inanılamayacak kadar güzelse, müzenin önünde buluşan, birbirini tanıyan ya da yeni tanışacak olan bir yığın insan da o derece güzel ve anlamlı bir bütün bence.  Mozaik Müzesi dışında, gördüğüm hiçbir müze bu kadar kaynaştırıcı bir işleve sahip değil.  Mozaiklerin binlerce yıllık büyülü gücü, müzenin dışında da birleştirici bir etki yaratıyor bana kalırsa.  Ve bu birleştirici etki, İsmail ve benim için de geçerli olmalı ki, yazışmaların dışında ilk defa karşı karşıya geliyor olmamıza rağmen, hiçbir mesafe olmadı aramızda.  Kırk yıllık eski dostlara nispet edercesine, on gün boyunca Antakya’yı soluk almadan paylaştık neredeyse.  Yeni takvim için bir gün boyunca çalıştık müzenin içinde.  Uzun Çarşı’ya bir girdik bir daha çıkamadık.  Film setine uğradık, eski zanaatkarların yüzlerinde ve seslerinde kaybettik kendimizi. Fanusçu Mustafa Usta’nın yüzüne yansıyan gönül zenginliğine hayranlığımı gizleyemedim.  Köşker Mehmet Usta’yı dakikalarca seyrettim işini yaparken.  Meyancı Yusuf Usta’ya sarılıp kocaman öpmek istedim tonton yanaklarından. Ahşap ustası Atila Tütüncüoğlu’nun sandık maceralarını dinledim taş duvarlarından nem akan dükkanında.  Mesleğine sadakat artık o ustalarda görülebiliyor artık.  O derece nemli bir ortamda çalışıyor olmasına rağmen, “63 yaşındayım, çalışmazsam çökerim,” diyor.  Bakırcı Mithat Usta’nın dinginlikle asabiyeti birbirine harman etmiş yüz çizgileri yansıyordu dükkanındaki bakır tepsilerin üzerine.  Katolik Kilisesi’nin taş işlerini yapan, kilisenin hemen dışındaki duvarda yaptığı oymaları yüzündeki maharetli gülümsemeyle bize gösteren, İsmail fotoğrafını çekerken, usta modellere taş çıkartırcasına doğal pozlar veren Selahattin Usta’yı Mimarlar Odası’nın lokalinde bulduğumuzda, İsmail bana; “Sen çok şanslısın, biliyor musun,” demişti yine.  Zaten Antakya’ya geldiğimden beri ne zaman olma ihtimali düşük bir şey olsa, örneğin; tanışmak istediğim artık sayısı çok azalan zanaatkarları şans eseri yerlerinde bulsak, bana hep böyle söylüyordu.  Antakya bana şans getiriyordu.  Antakya’da ve belki de Türkiye’de kalan tek ikona ustasını, Alaaddin Sürmeli’yi, daha dükkanından henüz ayrılmışken yolda yakalamamız da bu şansa dahildi mesela.  Dünyanın dört bir yanından gelen taleplere, küçücük dükkanında paha biçilmez ikonalar yaparak karşılık veren bu mütevazı sanatçı, bizi güleryüzle içeri buyur ettiğinde de, geçmiş dönem çalışmalarını gösterdiğinde de, gideceği yere biraz daha geç gitmeyi göze alarak bize zaman ayırdığında da biliyordum ben ne kadar şanslı olduğumu.  Demirciler Çarşısı’nda son kalan bıçak ustası ile uzun süren sohbetimiz, onun hep gülen yüzü, içtenliği ve sıcakkanlılığı ile unutulmaz bir hal almıştı kuşkusuz, fakat bulunduğu mekanda bir zamanlar demircilerin çekiç seslerinin çınladığını düşününce içim cız etmişti doğal olarak.  Hangi akla hizmeten demirciler balık pazarının ardına taşındı bilinmez, ama Demirciler Çarşısı, Uzun Çarşı’nın en otantik özelliklerinden biriydi ve ben üçüncü gidişimde çarşının bu güzelliğinden mahrum kaldığını öğrenince epeyce üzüldüm doğrusu.  ‘Teşbihte hata olmaz’ sözüne sığınarak, bunu evdeki bir eşyayı olmadık başka bir yere taşımaya benzetiyorum ben.  Buzdolabını salona, yatağı mutfağa, fırını yatak odasına mesela.  Kısacası, benzetmemde hata oldu mu olmadı mı bilinmez, ama bu taşınma işleminin abesle iştigal olduğu yadsınamayacak bir gerçek, bunu söyleyebilirim.
      Sanırım, Uzun Çarşı’nın en cıvıltılı dakikalarını Saka Hamamı’nda yaşadım.  Sünnet düğünü için kapatılan hamama girdiğimde, göbek atan onlarca kişiyle karşılaştım bir anda.  Kalabalıktan ucu bucağı görünmüyordu hamamın.  Aralardan sıvışıp arka bölmelere geçtiğimde, asıl hamam sefasının burada olduğunu anladım.  Etrafı sarmış buhar yüzünden pek göz gözü görmüyordu, ama tavandaki deliklerden sızan ışık müthiş bir atmosfer yaratıyordu su buharlarının arasında.  Bir yığın çocuk cıvıltısı arasında, onlara bağırıp duran ve bir yandan da yıkanmaya çalışan annelerin, beni ve özellikle de elimdeki kamerayı görünce attıkları feryatlar hamamı çınlatmayı başardı.  Ben sizi çekmiyorum ki, hamamın tavanını, mimarisini, atmosferini çekiyorum, dedim de bağırmaktan vazgeçtiler.  Vallahi de çekmedim onları yıkanırken, belki saniyenin binde biri kadar bir süre kaçmıştır öyle bir görüntü kameraya, ama bu benim değil muzip kameramın suçu (!)  Sonuçta, kendimi hamamın dışına atabildim, fakat üstümdeki giysiler de sırılsıklam olmuştu tabii.  Ne diyordu eskiler; “Hamama giren terler” mi?
      En başta, bu kent beni her seferinde yeni bir sürprizle karşılıyor, dememiş miydim ben?  İşte Antakya’daki ilk günümde de bir sürpriz karşılamıştı yolda beni.  İsmail’in akrabası Adnan’la karşılaşmamız -ki o şimdiye kadar tanıştığım en sevimli insanlardan biriydi- benim yamaç paraşütü ile Ölüdeniz’in semalarında uçtuğumda aldığım lezzetin bir benzerini yaşamama daha sebep olacaktı.  Bu bir hayalin gerçekleşmesiydi bir taraftan da.  Gökyüzünde olmak ne kadar güzelse benim için, denizde olmak da o kadar vazgeçilmezdi çünkü.  Ve Adnan sayesinde tanıştığımız Doğu Akdeniz Dalış Merkezi’ndeki dostlar sayesinde, yıllardır isteyip de bir türlü yapamadığım şeyi gerçekleştirmiştim.  Tüple dalış yapmak.  Belgesel izleyerek denizlerin, okyanusların altında bambaşka bir dünya olduğunu gören gözlerim, bu sefer bizzat kendileri görüyordu işte denizin altındaki yaşamı.  Balıklar dokunabileceğim kadar yakınımdaydı.  Ve yosunlar ve deniz kestaneleri ve o büyüleyici deniz dibi maviliği.  Ömrü boyunca denizlerde yaşayan, deniz altındaki o büyüleyici güzelliği insanlara yaptığı belgesellerle aktaran Jacques Cousteau şöyle der; “Hayatını neyin biçimlendirdiğini bilen çok az insan vardır”.  Onun hayatını neyin biçimlendirdiği çok açık.  Ölesiye kadar denizlerden, okyanuslardan vazgeçmedi çünkü.  Benimse, bunun için söyleyebileceğim kesin bir yanıtım olmadı hiç.  O kadar çok şeye ilgim var ki, birini seçip ona yönelemedim şimdiye kadar.  Verebileceğim tek yanıt; ‘gezgin olmak’ olmalı.  Çünkü hayatımı biçimlendiren de, bana hoş sürprizler yapan da, yeni başlangıçlar yapmak için olanak sağlayan da, mucizelerin karşıma çıkmasında da, hayallerimin gerçekleşmesinde de (Antakya’daki dalgıçlık deneyimi gibi) hep bu gezginliğin rolü oldu.  Bu yüzden , o ünlü ressamın söylediği söz beni o kadar da üzmüyor artık.  “Hayatta yalnızca tek bir amacın olsun, iki değil.  İki oldu mu yandın demektir.”  Kendisi ünlü bir ressam olduğu için söylemesi kolay tabii (!)  Önceleri, ben de o yananlardan mıyım acaba, diye düşündüğüm olmuştur.  Ne bileyim, öylesi daha kolay.  Doğuştan müziğe, resme, baleye, edebiyata, matematiğe, fiziğe ilgisi olup, o yönde hayatını kuran insanlar var ve bu büyük bir şans aslında.  Ama bende hiçbir zaman tek bir amaç olmadı.  Ve yananlardan olduğumu da eskisi kadar düşünmüyorum artık.  Hem yanmış olsam bile, Samandağ’ın serin sularına dalıp ferahlamak hakkımı kullanabilirim değil mi?!
      Ferahlamak deyince; aşk içinde aşk yaşamak bu olsa gerek.  Künefe sevdamdan bahsediyorum.  Öyle bir tatlı düşünün ki; Ağustos sıcağında cayır cayır yanarken, hem de öğle saatlerinin yakıcılığı daha da artmış demlerinde, ocağın üzerinde sürekli sıcak tutulan tepsiden alüminyum tabaklara servis yapılsın ve üstüne üstlük bir de bol şekerli şerbet dökülerek önünüze konsun.   Her lokmada bir oh çekerek, tadının damağınızda çok daha uzun süre kalmasını dileye dileye, çekingenlik huyunuz yoksa adeta inleye inleye yenen başka bir tatlı tanımıyorum ben.  Asla eve paket yaptırıp gidemeyeceğiniz bir nazı vardır künefenin.  Orada, sıcaktan bayılma riskini göze alarak yemelisiniz bu peyniri sadece Antakya’ya özel tatlıyı.  Antakya içinde eve ya da benim gibi yaşadığınız şehre götürmeye kalktınız mı, bütün özelliği de, güzelliği de, büyüsü de bozulur.  Bunu ben künefeyle ilk tanışmamda bizzat deneyerek öğrenmiştim ve İzmir’e dönerken künefe aşkımı kalbime gömerek ve otobüse binmeden son bir defa daha yiyerek gidermeye çalışmıştım.  Çünkü olmuyordu.  Başka bir kentte, başka bir tatlıcıda künefe yiyemezsiniz. Siz bakmayın, artık her şey her yerde bulunabiliyor.  Kebapçılar, dönerciler, ekmekçiler, tatlıcılar her şehirde bir başka şehrin ünlü olmuş tadını ayağınıza getirebiliyorlar, ama bana güvenin.  Ben pek çok yerde künefe yedim, ama yalnızca Antakya’da künefe yediğimi hissedebiliyorum.  Kokusu başka, tadı başka, kıvamı başka, en önemlisi de atmosferi başka.  Antakya’da, onun yemek kültürünün bir parçası olarak, küçücük künefe dükkanlarında oturup terleye terleye yemedikten sonra, boşuna çaba.  Sadece yediğinizi sanırsınız.  Bir gün gidip gerçek yerinde yediğinizde ise anlarsınız ki künefeyi işte ilk defa o zaman yemişsiniz.
      “Gravürleri yağlı boyayla çalışmaya başladığımdan beri hayata ve insanlara daha farklı, daha olumlu bakıyorum,” demişti, Antakyalı ressam Mehmet Yolcu müzedeki sohbetimiz sırasında.  Onun bu çalışmalar sırasında ne gibi ruh devinimleri, gönül sancıları, düşünce gelgitleri yaşadığını kestiremem, ama ben Antakya’nın dar sokaklarında gezerken, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sayıları azalmış eski zanaatkarlarla sohbet edip, onların gönül zengini bakışlarında kendimi kaybederken, Asi’nin üzerinden esen o deli rüzgarı içime çekerken, Harbiye’deki Şıh Ali’nin taş işleme atölyesinde, elime eğeyi alıp küçücük bir taşa şekil vermeye çalışırken, Uzun Çarşı’ya sabah girip akşam ancak çıkabildiğimiz o yoğun günlerde ve her gün bıkıp usanmadan büyük bir iştahla yediğim künefeleri düşündüğümde, İsmail’in “Sen çok şanslısın,” demesine şimdi daha çok inanıyorum.  Çünkü, bu kent beni her seferinde yeniliyor, besliyor, çoğaltıyor, değiştiriyor, şaşırtıyor ve elbette ki büyülüyor.  Üçüncü Antakya ziyaretimin sonunda, otobüse binip bu sevdiğim şehirden ayrılırken, fütursuzca kurutulmuş olan Amik Gölü’nü arıyordu gözlerim aşağıdaki uçsuz bucaksız ovaya bakarken.  Ve düşünüyordum..  Gezginler zamanı tırnak içine alıp yaşarlar.  Bu yüzden yaşadıkları daha etkili ve unutulmaz olur.  İşte Antakya, benim tırnak içine aldığım en güzel coğrafya.
      Uzak diyarlarda bir memleket...  Bir su şehri...  Mitolojik tanrıların ruhlarının dolaştığı büyülü bir mekan...  Bir zamanlar yeryüzünün en büyük üçüncü kenti olmuş bir medeniyet...  Etnik zenginliğiyle yıllardır büyük bir uyumla bir arada yaşamayı beceren insanlar topluluğu... Bir tabuya karşı gelip kuzeyden güneye değil, güneyden kuzeye akan asi bir nehir Orontes...  Ve o deli rüzgar... ANTAKYA... CANIMSIN... 

Sevgi Ünal 
28 Temmuz 2001, İzmir

yazılar ana sayfaya dönüş

© 2005

1