EMEĞİN FANUSTAN YANSIYAN IŞIĞI 

“Al bu tabağı fırına götür, denirdi. Antakya tabiriyle konuşuyorum. Ekmek fırından alınmazdı. Hamur yoğrulur, yuvarlak toplar haline getirilir, Antakya Hasırı üzerine bez serilip üzerine yerleştirilirdi. Neden? İzi çıkacak, ekmeğe nakış verecek! Sabahleyin kalkan kişi kızı görmeye geldiğinde, önce fanusun camına bakacak. Kız leğene hamuru koymadan önce, fanusu silecek. Sonra hamuru yoğuracak. Kızı görmeye gelen kişi göz ucuyla fanusa bakacak, acaba bir leke var mı, varsa yandı.” 

- Siz de yaptınız mı böyle, hanımı almadan önce? 

“Annem yaptı.” 

“Hamur yusyuvarlak olacak, artı çok yumuşak olmayacak, elinde böyle dönderecek, herhangi bir topak olmayacak, ekmek piştiğinde kabaracak. Elinin üstünde (yumruk yaptığı elinin üzerini göstererek) iz olacak, kendisi mi yapmış, annesine mi yaptırmış? Yavrum eline bakem hele. Emek var mı, uğraşmış mı belli olacak. Yavrum, kahve pişir hele. Acaba kızın kahve pişir dendiğindeki kalkışı, dönüşü ağır mı hızlı mı? Ağırsa, uyuşuksa işe yaramaz.” 

Böyle test edilirmiş eskiden Antakya’da gelinlik çağa gelen kızlar. Tenekecilik el üstünde tutulan bir meslekmiş. Maşrapalar, güğümler, huniler kullanılırmış ne de olsa. Akarı yok kokarı yok temiz iş. Zamanında altı yüz işçi çalıştıran babasından öğrendiği tenekeciliği elli yıldır yapan altmış yaşındaki usta, babasından kalan yüz senelik mührü gösterirken, zanaat dediğimiz el emeği göz nuru bu işlerin artık gözden düştüğünü, kıymet verilmediğini anlatmak istiyordu. O mühürler Antakya Fanusu’na nakış vermek için kullanılırmış, her ustanın imzası demekmiş aynı zamanda bu nakışlar. Evinde fanus olmayan kız gelin çıkmazmış eskiden. Antakya’nın kendine özgü mimarisine sahip evlerinde fanuslar için özel girinti çıkıntıların bulunduğunu görmüştüm zaten. Bu insancıl kentin ev mimarisinde kuşlar için bile gözler yapılmış duvarlarda. İncelikle düşünülürmüş, emekle yoğrulurmuş yaşam orada. 

Eskiden kalaycılar gelirdi kapıya, çanakları tencereleri kapının önünde kalaylatır pırıl pırıl kullanırdı insanlar, diyorum ustaya, hemen atılıyor: 

“Var mı şimdi, kaldı mı? Kalaycılık, yemenicilik, hepsi bitti.” 

- Zanaat kalmadı artık. Son ustalar da ölünce…. 

“Bak ne dedin, zanaat dedin, doğrusu bu işte, ama yazık oluyor, bunun sebebi baştaki büyükler, değerimiz yok, bugün illaki bir arkan olacak, arkan yok mu, bitti.” 

- İyi de usta, sen bana ne zaman fanus vereceksin, bak sırf bu yüzden evde kalmışım, otuzu da devirdik. Hamur yoğurmak desen var, kahveyi de en köpüklüsünden yaparım, bir de fanus oldu mu tamamdır bu iş. 

“O zaman ben sana fanusunu yapıp vereyim.” 

- Söz mü? 

“Söz.” 

Ustanın peşinden Antakya sevdalısı olduğumdan beri koşuyordum yıllardır. Bu şehir sımsıkı sarıyordu kollarıyla her seferinde beni. Emeğe olan saygım, incelikli işlere olan sevdam zanaatlar konusunda ütopyalar üretmeme sebep oluyordu ülkemi dolaştıkça. Şöyle param olsa, en az bir yıl mümkünse daha da fazla süre bir ustanın yanında çıraklık etsem, öğrensem her birini bu zanaatların, ömrümün kalanını öğrendiğim bu zanaatları yaşatan ve sürdüren biri olarak geçirsem, benden mutlusu olmaz hiç. Eve, arabaya, yata, kata, süse püse, ıvıra zıvıra para harcamayı hiç hayal etmeyip böylesi ütopyaları olan biri olarak, bir bilet de ben mi alsam bu yılbaşı. Ya çıkar mı bana da?  

“Derler ki; evine buğday alanın iki gözü de açık, evine un alanın bir gözü kör, evine ekmek alanın iki gözü de kör. Beni kızdıran noktalar bu,” diyor usta sözünün devamında. “Yapmacık her şey, hazır ve kolayca elde ediliyor.” 

Yüz on dört parçalı, tenekeden ve camdan tamamen el marifetiyle yapılan, içine de gaz lambası koyulan Antakya Fanusu’nun elli yıl önceki pirinçten yapılma atasına birlikte göz sürdüğümüzde, fanusun on üç santimetrelik minyatürünü yaptığını da anlatıyordu usta heyecanını hiç yitirmeden. Bir dahaki sefere evlerine konuk olacağımdan, birlikte künefe yapıp yiyeceğimizden, yaşadıkları o eski Antakya evinde yapacağımız havuz başı sohbetlerinden, eski fotoğrafların arasında bir düş dünyası içinde kaybolacağımdan... 

“Benden hasta ha, dedi, benden daha hasta, ben hastayım ama o benden daha hasta.” Bir yıl önce ustaya fanus siparişimi ileten Antakyalı bir dostum benden böyle bahsetmiş ona. Hastalığım; iflah olmaz bir Antakya aşığı olmak, zanaatlar konusunda aşırı hassasiyet ve bir de emeğe duyduğum tükenmez saygı ve sevgi. 

“Herhangi meslek olursa olsun, eğer o mesleğe aşıksan, o meslekte bir numara olursun. Tenekecilik, doktorluk, eczacılık, hangisi olursa olsun. Ama ilacı yaz gitsin ne olursa olsun, diyorsan, olmaz o iş.” 

Baba yanında başladığı zanaatını elli yıldır aralıksız sürdüren Antakya’nın sayısı iyice azalmış ustalarından birinin yanından bu sözlerinin ardından ayrılırken, akşam güneşi en güzele vuruyordu her zamanki gibi. Antakya Fanusu’na. Fanusun içinden geçip içime akan bir ışıkla sarıp sarmalıyordu yine beni bu şehir ve bu şehrin dinmeyen geçmiş zaman yankıları.

 Sevgi Ünal

(anafilya.org adresinde, Ocak 2006'da yayımlanmıştır.)
(31 Ocak 2006'da Akşam Gazetesi'nde yayımlanmıştır.)

yazılar ana sayfaya dönüş

 

1