I

KAPİTALİZM ve KOMÜNİZM


 

Komünizm, birilerinin pratiğe koyacağı ya da o birilerinin, başka birilerini pratiğe koymaya sevkedeceği bir program değil, bir sosyal harekettir. Teorik komünizmi geliştiren ve savunanlar, daha net bir anlayışın ve daha derli toplu bir ifade edişin ötesinde, diğerlerinin üzerinde herhangi bir avantaja sahip değillerdir; teoriyle özel olarak ilgilenmeyen herkes gibi, onlar da, komünizme pratikte ihtiyaç duyarlar. Herhangi bir ayrıcalığa sahip olmadıkları gibi, gelecekte ortaya çıkacak devrim hakkındaki bilgiyi taşımakta da değillerdir; öte yandan, tavırlarını açıklarken "lider" olarak görülme korkusuna da kapılmazlar. Diğer bütün devrimler gibi, komünist devrim de, yaşam koşullarına ilişkin gerçekten ihtiyacı duyulan şeyleri üretir. Sorun, varolan tarihi harekete ışık tutmaktır.

Komünizm, gerçeğe dönüştürülecek bir ideal değildir: O, bir toplum olarak değil, ama bir çaba, hazırlanılan bir görev olarak şimdiden vardır. O, ücretli emek tarafından belirlenen yaşam koşullarını devrim yoluyla ilga edecek bir harekettir. Komünizm bir akademik tartışma değildir. O, yarın ne yapılacağını tartışmaz. Kısa ve uzun vadeli görevler dizisinin vazgeçilmez bir parçasıdır, net bir teorik anlayışa varma girişimi olarak tartışma, işin yalnızca bir yönüdür. Öte yandan, insanın, nereye gidiyoruz, sorusuna daha kolay ve etkili yanıt verebilmesi, görevlerin yerine getirilmesiyle mümkündür.

Komünizmi açıklamak, işlevleri dünyanın var olan özelliklerini modernize ve demokratize etmekten ibaret olan diğer "devrimcileri" (K.P. görevlilerini, aşırı solu, çeşitli türden sosyalistleri vb.) çürütmek anlamına gelmemektedir. Bu konuda onları ciddiye almak mümkün değildir. Örneğin, K.P.'lerin kendine özgü programı yoktur; onlar sadece, ücretli emek de dahil olmak üzere bugünkü dünyanın bütün can alıcı yönlerini benimseyen, sermayenin programının -diğerlerinin yanısıra - örgütleridirler. Onların fonksiyonlarını göstermek, argümanlarını tek tek ele almaktan daha önemlidir. Biz, "yanlış" görüşlere, "doğru" görüşlerle karşı çıkacak değiliz. Bir K.P. ile "sosyalizm kavramı" üzerine bir tartışma örgütlemek, bir kere daha, K.P.'lere, devrimci ailenin dejenere olmuş evladı muamelesi yapmak olacaktır. K.P.'lerin güçlü olduğu ülkelerde, aşırı sol (goşistler), K.P.'lere, onların, sermayenin en iyi destekleyicileri olarak açıkça karşı-devrimci bir rol oynama fonksiyonlarını teşhir etmeden saldırıyorlar. Oysa esas önemli olan, K.P.'nin programının komünist olmaması değil, kapitalist olmasıdır.

Bu metindeki açıklamalar, bir açıklama tutkusundan kaynaklanmıyor. Eğer çağdaş toplumu parçalayan çatışma ve pratik sosyal mücadeleler, yeni toplumun, eski toplumun rahminde biçimlendiğini göstermese ve insanları bunları kavramaya zorlamasaydı, bu açıklamalar da bu biçimiyle olmayacak ve bir kısım insan bunları bir araya getirip basmış olmayacaktı.
 

A) Sosyal bir İlişki Olarak Ücretli Emek

Çağdaş topluma baktığımız zaman, insanların büyük çoğunluğunun, yaşamak için emeklerini satmak zorunda olduğunu apaçık görürüz. Bugünün insanının bütün fiziki ve entellektüel kapasitesi, yararlı şeyler üretebilecek olan kişiliği, ücret karşılığında satılır. Emek gücü, bütün diğer eşyalar gibi bir emtiadır. Emek gücünün ve mübadelenin varlığı, normal ve kaçınılmaz görülür. Ne var ki, ücretli emeğin kullanımı şiddeti gerektirir ve buna sosyal çatışmalar eşlik eder. Yaşamın bir gerçeği olarak kabul edilen, işçinin üretim araçlarından yoksun bırakılması, gerçekte uzun bir evrimin sonucudur ve ancak zor yoluyla başarılabilmiştir.

16. Yüzyıldan bu yana, İngiltere'de, Hollanda'da, Fransa'da, mülksüzleştirilen zenaatkâr ve köylülere, baskı altına alınan yoksul ve gezginlere, ekonomik ve politik şiddet uygulanmış, fakir halka ücretli emek dayatılmıştır. 20. Yüzyılda, 1930 ve 1950 yılları arasında, bir kaç on yıl içinde, milyonlarca köylüyü ücretli sanayi işçisine dönüştürmek için Rusya, bir emek yasası yürürlüğe koymak zorunda kalmıştır. Görünüşte her şey normal gibidir: oysa bir emek gücünden başka bir şey olmayan bireyin yaşamak için bir işletmede bu emek gücünü satmak zorunda kalması, herşeyin bir emtiadan ibaret olması, sosyal ilişkilerin mübadele çerçevesinde gelişmesi, uzun süreli ve şiddet dolu bir sürecin sonucudur.

Çağdaş toplum, okul sistemini ve ideolojik ve politik hayatı kullanarak, bu durumun dayandığı geçmişteki ve bugünkü şiddeti gizler. O, hem şiddetin kaynağını, hem de işlevleri yerine getiren işleyişi gizler. Herşey, fabrika, atölye ya da büroda emek gücünün satıcısı olan bireyin özgür sözleşmesi olarak sunulur. Emtianın varlığı, açık ve doğal bir olgu olarak görünür. Ne var ki, o, devrevî olarak, büyük ya da küçük çaplı yıkımlara yol açar: temel ihtiyaçlar karşılanamazken, fiatların korunması için mallar imha edilir, var olan kapasiteler kullanılmaz. Modern toplumun iki temel direği olan mübadele ve ücretli emek, bu devrevî ve sürekli yıkımların yalnızca kaynağı değil, aynı zamanda, başka bir toplumu mümkün kılan koşulların yaratıcısıdırlar da. En önemlisi de, bunlar, bugünkü dünyanın büyük bölümünü, kendilerine karşı ayaklanmaya ve komünizmin mümkün olduğunu farketmeye zorlarlar.

Tüm insan faaliyetlerinin toplumsal olduğu açıktır. İnsan hayatı, ancak, birçok bir araya gelme biçimlerinden geçen gruplar içinde mümkündür. Yaşam koşullarının yeniden üretimi, başından beri bir kolektif faaliyet olmuştur: hem insanın kendini yeniden üretmesi, hem de insanın var olma araçlarının üretilmesi anlamında. Gerçekten de insan toplumunu karakterize eden, onun maddi varlık koşullarının üretim ve yeniden üretimidir. Bazı hayvanlar alet kullanabilir, ama yalnızca insan kendi aletini yapabilir. Birey ya da grupla, ihtiyaçların karşılanması arasında, sürekli olarak eylem biçimlerini geliştiren ve çevreyi dönüştüren üretim ve çalışma yer alır. Hayatın başka cinsleri - örneğin, arılar - kendi maddi koşullarını yaratırlar, fakat, en azından, insanlığın bugüne kadar yaptığı çalışmalardan çıkan sonuca göre, bunların evrimi durmuş gibidir. Tersine, çalışma, insanın çevresini kendine mal ederek ve özümseyerek sürekli değiştirmektedir. İnsanın "doğa" ile ilişkileri, aynı zamanda, insanların birbirleriyle ilişkileridir ve üretim ilişkileri tarafından belirlenir, aynı, üretime ilişkin fikirlerin, dünyayı kavrama biçimlerinin, üretim ilişkileri tarafından belirlenmesi gibi.

Faaliyetlerin dönüşümü, içinde bulunulan sosyal koşulların, örneğin insanlar arasındaki ilişkilerin dönüşümüne eşlik eder. İnsanların içine girdikleri üretim ilişkileri, onların iradelerinden bağımsızdır: her kuşak, önceki kuşakların bıraktığı teknik ve toplumsal koşullarla karşı karşıya kalır. Bu koşulların değiştirilebilmesi, maddi üretici güçlerin seviyesi ile sınırlıdır. "Tarih" denilen şey hiçbir şeyi başarmış değildir: tarih insanlar tarafından yapılır, ama yalnızca verili koşullarda. Bu, üretici güçlerdeki her önemli değişikliğin otomatik olarak ve derhal üretim ilişkilerinin değişimine tekabül ettiği anlamına gelmez. Eğer bu doğru olsaydı, devrimler olmazdı. Eskinin bağrında gelişen yeni toplum, ancak eski üretim ilişkilerinin ayakta kalmasına hizmet eden bütün politik ve ideolojik yapıyı yıkan devrimin zaferiyle ortaya çıkar.

Ücretli emek, bir zamanlar bir gelişme biçimiydi, artık değildir; o, uzun zamandan beri bir engelden başka bir şey değildir, hatta insanlığın var oluşu için bir tehdittir.

Nesnelerin, makinelerin, fabrikaların, her gün çalışan emekçinin, onun ürettiği şeylerin arkasındaki, onları düzenleyen sosyal ilişkiler kadar, bu sosyal ilişkilerin evriminin mümkün ve gerekli olduğu da ortaya çıkarılmalıdır.
 

B) Topluluk ve Topluluğun Yıkımı

İnsanlar, başlangıçta, görece özerk ve dağınık gruplar, aileler (en geniş anlamıyla aile, aynı kandan gelenlerin oluşturduğu bir gruptur), kabileler içinde yaşadılar. Üretim, gerekli ölçüdeki avcılıktan, balıkçılıktan ve toplamacılıktan ibaretti. Eşyalar, mübadeleden sonra, bir pazara konduktan sonra tüketilmek için üretilmiyordu. Üretim, mübadele araya girmeksizin, doğrudan sosyaldi. Topluluk, üretileni, basit kurallara göre dağıtıyordu ve herkes, ona doğrudan verileni alıyordu. Bireysel üretim olmadığından, ancak, bireysel olarak üretilmiş çeşitli malları karşılaştırmayı, mübadeleyi, bağlantılar kurmayı gerektiren bir üretim düzeninden sonra yeniden bir araya gelen bireyler arasında, o zaman bir ayrılık yoktu. Faaliyetlere birlikte karar veriliyor (aslında zorunlulukların gruba dayattığı şeyler), birlikte yerine getiriliyor ve sonuçları da paylaşılıyordu.

Genellikle "ilkel" bir topluluk, artı-ürün biriktirebilirdi ve sıkıntı çekmezdi. M. Sahlins'in işaret ettiği gibi, kıtlık çağı, genellikle, bir hayli boş zamanla birlikte, bolluk anlamına geliyordu - gerçi bu "zaman"ın bizimkiyle çok az ilişkisi vardır. Araştırmacıların ve antropologların gözlemlediğine göre, yiyecek aramak ve onları depolamak, günün çok az bir kısmını alıyordu. "Üretim" faaliyeti, grup ve doğal ortamı açısından, global ilişkilerin bir kısmını oluşturuyordu.

Bildiğimiz gibi, insanlığın büyük kısmı, kırsal alanda avcılık ve toplamacılık yaparak dolaşıyor, toplulukların değiş tokuş yapmaya başladıkları artı-ürünü arttırmaya çalışıyorlardı.

Malların bu dolaşımı ancak değiş tokuşla mümkün olabilirdi, yani, bir yerden bir başka yere götürülecek çeşitli ortak malların, kafada değil, fakat gerçeklikte, hesap edilmesi gerekiyordu. İnsan faaliyetiyle üretim yapılan toplumlarda bir şey ortaktır: üretilen herşey, büyük miktarda bir sosyal ve bireysel enerjinin sonucudur. Bu, yalnızca işe yarar bir şey üretmekle kalmayıp, aynı zamanda enerjiyi, sosyal enerjiyi tüketen emeğin soyut karakteridir. Bir ürünün değeri, kullanımından bağımsız olarak, onun içerdiği soyut emeğin niceliğidir, yani onun yeniden üretimi için gerekli olan sosyal enerjidir. Bu nicelik ancak zaman kavramıyla ölçülebilir, bir ürünün değeri, onun üretimi için sosyal bakımdan gerekli zamandır, bu ortalama ise, verili bir toplum ve o toplumun verili bir tarihi anı için geçerlidir.

Faaliyetlerinin ve ihtiyaçlarının artmasıyla orantılı olarak topluluk, yalnızca mal üretmez, aynı zamanda emtia üretir ki, bunlar kullanım değerine sahip oldukları kadar, değişim değerine de sahiptirler. Ticaret, önce topluluklar arasında ortaya çıkar, sonra toplulukların içine de sızar, faaliyetlerin uzmanlaştırılmasına, mesleklere hız verir, emeği sosyal olarak böler. Emeğin karakteri bütünüyle değişir. Değişim ilişkilerinin gelişmesiyle emek, hem kullanım değeri, hem de değişim değeri üreten, çifte emek haline gelir. Çalışma, artık sosyal faaliyetle bütünüyle birleşmez, bunun yerine, bireyin yaşamının geri kalan kısmından da ayrılan bir uzmanlık alanına dönüşür. Kendisi ve grup için çalışan bireyle, diğer topluluklarla değiş tokuş amacıyla çalışan birey, birbirinden ayrılır. Bireyin çalışmasının bu ikinci kısmı fedakarlık, sıkıntı, zaman kaybı anlamına gelir. Toplum çeşitlenir, üyeleri farklı mesleklere ve işçi olanlar ve olmayanlara bölünür. Bu aşamada artık topluluk yoktur.

Topluluk, değişim ilişkilerinin geliştirilmesine ve büyüyen ihtiyaçların karşılanmasına gereksinim duyar. Fakat değişim ilişkileri topluluğu yıkar. Bu, insanların, birbirlerini ve kendilerini yalnızca birer mal üreticisi olarak görmelerine yol açar. Beni artık değişime soktuğum ürünün kullanımı ilgilendirmez, yalnızca değişimden alacağım ürünün kullanımı ilgilendirir. Fakat ürünü bana satan kişi için bu ikincil kullanım önemli değildir, çünkü o yalnızca benim ürettiğim ürünün kullanım değeriyle ilgilidir. Birisi için kullanım değeri, öbürü için değişim değeridir, öte yandan birisi için değişim değeri, öbürü için kullanım değeridir.1 Eski üyeleri birbirleriyle yalnızca maddi çıkarlar için ilgilenmeye başladıkları an, o topluluk ortadan kalkar. Bu, ilkel topluluğun itici gücünün diğergâmlık olmasından ya da komünizmin itici gücünün bu olması gerektiğinden, böyle değildir. Bu, bireylerin çıkarları birlikte hareket etmeyi, ortak davranmayı gerektirdiği için böyledir, oysa diğer bir durumda aynı çıkarlar, onları bireyselleştirir, birbirleriyle çıkar çatışmasına girmeye sevkeder. Topluluk içinde mübadelenin doğmasıyla birlikte, emek, kolektifin ihtiyaçlarını gerçekleştirme aracı olmaktan çıkar ve birinin ihtiyaçlarının karşılanması için diğerlerinden ele geçirilmesi gereken bir araca dönüşür.

Mübadelenin gelişmesiyle birlikte, topluluk onu sınırlamaya çalıştı. Artı ürünü kontrol altına almaya ya da imha etmeye veya mal dolaşımını kontrol altına alan sıkı kurallar getirmeye girişti. Fakat sonunda, mübadele kazandı. Mübadelenin kazanamadığı yerde toplum aktivitesini kaybetti ve sonuçta ticari toplumlar tarafından ezildi.

Ürünler ayrı ayrı üretilmediği sürece emeğin bölünmesi de söz konusu değildi, kimse iki malın değerlerini ayrı ayrı belirleyip birbiriyle kıyaslayamazdı, çünkü bu mallar ortak olarak üretilip dağıtılıyordu. Mübadele, iki ürünün emek süresinin ölçülmesi ve ürünlerin bundan sonra birbirleriyle değiş tokuşu henüz söz konusu değildi. Emeğin soyut karakteri, ancak toplumsal ilişkiler ona ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıkar. Bu ancak, teknik ilerlemeyle, insanların mesleklerde uzmanlaşmasıyla, ürünleri birbirleriyle ve aynı zamanda Devletler haline gelmiş diğer gruplarla değiş tokuş etmede uzmanlaştıran üretici güçlerin gelişmesiyle olabilir. Değerin bu iki öngerekliliğinin yanısıra, ortalama emek süresi, ölçü aletleri olurlar. Bu olgunun kökleri, gerçek ihtiyaçları artan insanlar arasındaki pratik ilişkilerdedir.

Değer, elverişli bir ölçü olsun diye ortaya çıkmaz. Ne zaman ki, ilkel topluluğun toplumsal ilişkileri daha genişlemiş ve çeşitlenmiş ilişkilerle yer değiştirir, işte o zaman değer, insan faaliyetlerinin vazgeçilmez aracısı olarak ortaya çıkar. Sosyal olarak ortalama emek süresinin, emeğin, zenginliğin üretiminde gerekli bir unsur olarak sahnede yer almasından beri bir ölçü olarak kullanılması şaşırtıcı değildir: bu, farklı işlerin tek ortak paydasıdır: bunların hepsi, insanın emek gücünün belli bir miktarını, bu gücü özel bir tarzda kullanmaksızın, tüketen görevlerdir. Emeğin soyut karakteri içinde değer, onun soyutluğunu temsil eder, onun genel ve sosyal karakteri, doğadaki bütün farklılıklardan ayrı olarak, emeğin üretebildiği mallarda yatar.
 

C) Emtia

Ekonomik ve sosyal gelişme, insan örgütlenmesinin verimini ve emek sürecinin parçalarını birleştirme kapasitesini - her şeyden önce de emek gücünü arttırır. Sonra da, işçi ve işçi olmayanlar, çalışmayı örgütleyenler ve çalışanlar arasındaki ayrılıklar (ve muhalefet) ortaya çıkar. Üretim verimliliğinin artması sonucu, ilk şehirler ve büyük sulama projeleri ortaya çıkmaya başlar. Ticaret özel bir faaliyet olarak belirir: artık üretimle yaşayan değil, fakat üretimin farklı birimlerinin çeşitli faaliyetleri arasında aracılık yaparak yaşayan insanlar ortaya çıkmıştır. Üretilen malların büyük kısmı emtiadan başka bir şey değildir. Onlar, kullanıldıklarına, kullanım değerleri pratiğe geçtiğine, bir ihtiyacı karşılama yetenekleri yürürlükte olduğuna, satılabildiklerine göre, değişim değerleri de geçerli olmalıdır. Aksi taktirde, somut bir eşya ve madde olarak var oldukları halde, toplumun gözünde yokturlar. Kimsenin onları kullanmaya hakkı yoktur. Bu gerçek, emtianın, yalnızca ihtiyaçları yerine getiren bir eşya olmayıp, öncelikle belirli bir mantıkla, mübadele mantığıyla kurallaştırılmış bir sosyal ilişki olduğunu ortaya koyar. Kullanım değeri, şimdi, değerin yalnızca desteğidir. Üretim , tüketimden ayrı bir alan haline gelmiştir; çalışma, çalışmamadan ayrı bir alan haline gelmiştir. Sahiplik, faaliyetler, insanlar, üretim birimleri arasındaki ayrılıkların yasal çerçevesidir. Köle, işini yaptırmak için bir insan satın alan sahip için bir emtiadır.

Üretimin örgütlenme düzeyinin (mübadele) bir aracının varlığını gerektirmesi, insan örgütlenmesinin düzeyinin bir aracının varlığını gerektirmesiyle at başı gider: Devlet, yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumun öğelerini zorla bir araya getirmede vazgeçilmezdir. Birleştirme, ilkel toplumun uyumunu yıkmayı zorunlu hale getirir. Toplum, yine kendisi tarafından beslenen bir kurumu yaratarak kendi birleşikliğini teessüs etmek zorundadır.

Değiş tokuş, paranın ortaya çıkışıyla görünür ve somut hale gelir. Soyutlama, değer, parada materyalize olur, bir emtia olur ve bağımsız olma, kullanım değeri, gerçek mal gibi, kendisinin geldiği ve temsil ettiği şeylerden ayrılma eğilimini ortaya koyar. Basit değiş tokuşla karşılaştıracak olursak: A malının niceliği x'in karşısında, B malının niceliği y bulunmaktadır, para, parada kristalize olan soyut emek süresinin niceliği olarak, ele geçirebildiği herşeyi evrenselleştirir. Para, emekten soyutlanmış ve eskimeyen, ölçülebilen, tahvil edilebilen emek süresidir. Para, bütün emtialarda - iki ya da daha fazla emtiada değil, mümkün olan bütün emtialarda ortak olan unsurların, görülebilir, hatta dokunulabilir tezahürüdür. Para, sahibine, dünyanın her yerinde ve her zaman, başkalarının işlerine kumanda etme olanağı verir. Parayla, zaman ve mekân sınırlarından kurtulmak mümkündür. Kadim çağdan Ortaçağa kadar bazı büyük merkezler çevresinde çalışmanın evrensel bir ekonomiye doğru gelişmesi yönünde bir eğilim olmuş, fakat bu eğilim hedefine ulaşamamıştır. İmparatorlukların geri çekilişleri ve yıkımları, bu başarısızlıklar dizisini açıklar. Dayanıklı bir evrensel ekonomi için gerekli temeli yaratan, 16. yüzyıldan itibaren , fakat esas olarak 19. ve 20. yüzyıllarda, yalnızca kapitalizm olmuştur.
 

D) Sermaye

Sermaye, ölü emekle (önceki kuşaklar tarafından biriktirilmiş olan) canlı emek arasında tamamen yeni ve son derece etkili bağlar kuran bir üretim ilişkisidir. Mübadelenin ortaya çıkışıyla birlikte yükselen sermaye, bir kararın ya da planın sonucu olmayıp, Ortaçağdan sonra Batı Avrupa ülkelerinde nitelik olarak yeni gelişen gerçek sosyal ilişkilerin sonucunda meydana gelmiştir.

Tüccarlar, çeşitli biçimlerde, büyük miktarda parayı biriktirmişler ve banka ve kredi sistemlerini mükemmelleştirmişlerdir. Bu birikimleri kullanmak şöyle mümkün olmuştur: ilk makineler (tekstil) icat edilmiş ve binlerce yoksul insan (eski köylüler ve zenaatkârlar) üretim araçlarını kaybederek yeni üretim ilişkisini kabul etmeye zorlanmışlardır: ücretli emek. Ön şart, birikim, emeğin makineler biçiminde (daha sonra fabrikalar) depolanmasıdır. Bu ölü emek, üretim araçlarının ve hammaddenin birikimini gerçekleştiremeyenlerin canlı emeği tarafından devreye sokuldu. O zamana kadar, mübadele, üretimin ne itici gücü, ne de düzenleyicisiydi. Yalnız başına ticaret, basit emtia üretimi (kapitalist emtia üretiminin karşıtı olarak) istikrarı sağlayamadı, istikrar, dünyanın sosyalizasyonunu ve birleştirilmesini gerektiriyordu. Bu, kapitalist emtia üretimi tarafından başarıldı ve bunu da üretimi ele geçirerek yaptı.

Köle, emek gücünü satmadı: sahibi, kölenin kendisini satın aldı ve onu çalışmaya koştu. Kapitalizmde, emek, onu devreye sokan üretim araçları tarafından satın alınır. Kapitalistin rolü, önemsiz olmamakla birlikte, tamamen ikinci plandadır: "kapitalist, aslında," sosyal üretimin başını çeken "sermayenin bir fonksiyonundan ibarettir." Önemli olan, ölü emeğin, canlı emek tarafından geliştirilmesidir. Yatırım, birikim - bunlar sermayenin düsturlarıdır (ağır sanayiye ağırlık veren lafta sosyalist ülkeler, kapitalizmin gelişmesinin göstergelerinden başka bir değillerdir). Fakat sermayenin hedefi, kullanım değeri birikimi değildir. Sermaye yalnızca, birikim değeri olarak, fabrikalar, tren yolları vb. geliştirir. Sermaye, her şeyden önce, arttırılmaya çalışılan, bütün değer miktarının, para, finans kapital, hisseler, bonolar vb. biçiminde kriztalize olan soyut emeğin toplamıdır. Değerin x miktarı, dolaşım sonunda, x + kâr haline gelmelidir. Kendini değerlendirmek için değer, emek gücü satın alır.

Bu emtia gayet özeldir, çünkü onun tüketimi, çalışmayla sağlanır, bu andan itibaren yeni değer haline gelir; oysa üretim araçları kendi değerlerinin üstünde değere sahip değillerdir. Bu yüzden emek gücünün kullanımı, ek bir değer sağlar. Burjuvazinin zenginliğinin kökeni, bu artı- değerde, ücretli emekçinin çalışmasıyla yarattığı değerle, onun emek gücünün yeniden üretimi için gerekli değer arasındaki farklılıkta yatar. Ücretler yalnızca bu yeniden üretimi karşılar (işçinin ve ailesinin geçinme araçlarını).

Bu analizden çıkartılacak esas sonucun, bir birey olarak kapitalist tarafından artı-değere el konması olmadığı açıktır. Komünizmin, işçilerin, bu artı-değeri kendileri için kısmen ya da tamamen ele geçirmeleri fikriyle bir ilgisi yoktur, basit ve net bir sebepten: bazı kaynakların, teçhizatın yenilenmesi, yeniden üretim vb. için kullanılması gerekmektedir. Sorun, bir avuç insanın, artı-değerin büyük kısmına el koymaları değildir. Bu insanlar tasfiye edilse bile, sistem aynı kalacaktır ve artı-değerin bir kısmı işçilere verilecek ve geri kalanı da kolektife, sosyal araçlara ve refaha vb. yatırılacaktır: bu, resmi KP'ler de dahil olmak üzere, solun programıdır. Aslında değer sisteminin mantığı, azami bir fiatlandırmaya ulaşmak için daima üretimin geliştirilmesi sonucuna varır. Bu durumda, değerin hakim olduğu bir toplumda, toplumun temeli, içiçe geçmiş iki sürecin işleyişine dayanır, gerçek çalışma süreci ve fiatlandırma süreci. Bu değişiklik, üretimin sermaye tarafından ele geçirilmesi ve endüstriyel kuruluşlar, ulaşım araçları, depolama ve bilginin çabuk aktarımıyla 19. yüzyıldan itibaren dünyanın sosyalleştirilmesiyle gerçekleşti. Fakat kapitalist işleyişte, ihtiyaçların karşılanması yalnızca bir yan üründür ve işleyişin itici gücü değildir. Değerin karşılık bulması esas hedeftir: ihtiyaçların karşılanması, taş çatlasa bir araç olabilir, çünkü esas olan üretilen ürünün satılmasıdır.

İşletme, kapitalist üretimin mekânı ve merkezidir; bütün endüstriyel ya da tarımsal işletmeler, değerin miktarını yükseltmek için çalışan yerlerdir. İşletme kâr etmelidir. Bir kere daha belirtelim ki, kâr yasasının bir kaç "büyük" kapitalistin eylemiyle ilgisi yoktur ve komünizm de, at yarışlarındaki silindir şapkalı, puro içen şişman patronların defedilmesi anlamına gelmez. Sorun, kapitalistler tarafından elde edilen bireysel kâr değil, nasıl çalışılacağını ve ne tüketileceğini dikte eden bu sistem tarafından topluma ve üretime empoze edilen yönelim, sınırlamadır. Zengin ve fakir konusundaki tüm demagoji, bu sorunu bulandırmaya yaramaktadır. Komünizm, paranın devrimciler tarafından, zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılması anlamına gelmez.
 

E) Rekabet

Çeşitli işletmeler arasında rekabet vardır: her işletme pazarda bir köşe tutmak için diğeriyle mücadele eder. İnsan faaliyetlerinin nasıl çeşitli veçhelere ayrıldığını göstermiştik. Değişim ilişkileri, toplumdaki mesleki bölünmeleri artırır, ardından meta sisteminin gelişmesine yardımcı olur. Gerçi, günümüzde de görebileceğimiz gibi, ileri ülkelerde bile, örneğin kırsal alanlarda, fırıncı, ayakkabı yapımcısı vb. gibi ayrı, fakat sabit bir şekilde bölünmüş faaliyetler arasında gerçek bir rekabet söz konusu değildir. Kapitalizm yalnızca toplumu çeşitli mesleklere bölmekle kalmaz, fakat daha da önemlisi, endüstrinin çeşitli bölümleri arasında sürekli bir mücadeleye yol açar. Her değer toplamı, ancak diğerlerine karşı var olabilir. İdeolojinin, bencillik ve herkesin herkese karşı mücadelesi diye adlandırdığı şey, satabilmek için mücadele edilmesi gereken bir dünyanın vazgeçilmez parçasıdır. Böylece ekonomik şiddet ve onun sonucu olarak silahlı şiddet, kapitalist sistemin tamamlayıcı öğesi olarak ortaya çıkar.

Rekabet, geçmişte olumlu etkiler yapmıştır: feodal düzenin sınırlarını ve korporatif sınırlamaları yıkmış ve sermayenin dünyayı kaplamasını sağlamıştır. Artık rekabet, daha hızlı değer kazanılan yararsız ve yıkıcı üretimin gelişmesi ya da arz ve talebin çatışması halinde önemli üretimin önlenmesi sonucunda bir israf kaynağı haline gelmiştir.

Rekabet, üretim sistemlerinin, her biri, kendi değer miktarını arttırmanın yollarını arayan rakip kutuplar olan özerk merkezlere ayrılmasıdır. Ne "örgütlenme", ne "planlama" ne de herhangi bir tür kontrol, bu rekabeti sona erdiremez. Devlet iktidarı da "halk iktidarı" da bu sorunu çözmeye muktedir değillerdir. Rekabetin itici gücü, bireylerin özgürlüğü olmak şöyle dursun, kapitalistlerin özgürlüğü bile değildir, fakat sermayenin özgürlüğüdür. O, ancak kendini yiyerek yaşayabilir. Yapı, bir yapı olarak ayakta kalabilmek için özünü tahrip eder. O, kendini fiatlandıran bir değer miktarı olarak ayakta kalabilmek için maddi öğelerini (canlı emek ve ölü emek) tahrip eder.

Rekabet halindeki sermayelerin her biri özel bir kâr oranına sahiptir. Fakat sermayeler, mümkün olan en yüksek kâr oranı için bir alandan diğerine geçerler. Onlar en yüksek kâr oranı olan alana geçerler ve diğer alanları bir kenara bırakırlar. Bu alana sermayelerin üşüşmesi sonucu, kârlılık düşer ve sermayeler bir diğer alana kayar (bu dinamik, tekellerin kurulmasıyla tadil edilse de ortadan kaldırılamaz). Bu kesintisiz süreç, verili bir toplumun belirli bir anında, belli bir ortalama oran çerçevesinde kâr oranının istikrarını getirir. Her sermaye, kendi işletmesinde gerçekleşen kâr oranına göre değil, fakat işletmeye yatırılan değer miktarı nispetindeki ortalama sosyal orana göre karşılığını alma eğilimindedir. Bu yüzden, her sermaye, kendi işçilerini değil, sermayenin bütünü, bir bütün olarak işçi sınıfını sömürür. Sermayelerin akışında, sermaye kendini bütün toplumu domine eden bir sosyal güç olarak açıklar ve öyle davranır ve böylece, kendi aleyhine olan rekabete rağmen uyuma ulaşır. Sermaye birleşir ve sosyal bir güç haline gelir. Sermaye, proletaryayla ya da diğer (ulusal) birimlerle çatışmasında görece homojen bir bütünlük arzeder. O, tüm toplumun ihtiyaçlarını ve ilişkilerini kendi çıkarlarına göre örgütler. Bu işleyiş bütün ülkeler için geçerlidir: Sermaye, Devleti ve ulusu, diğer ulusal sermayelere karşı olduğu kadar, proletaryaya karşı da yapılandırır. Kapitalist devletlerin birbirleriyle çatışmaları, ulusal sermayeler arasındaki rekabet sorununun nihaî çözümü olarak savaşa yol açar.

Üretim birimlerinin her biri kendi değer miktarlarını yükseltmeye çalıştıkları sürece, hiçbir değişiklik söz konusu değildir. Eğer Devlet ("demokratik," "işçi," "proleter," vb.) bütün işletmeleri kontrolü altına alır ve onları işletmeler olarak çalıştırırsa ne olur? Ya Devlet işletmeleri kâr ve değer yasasına boyun eğer ve hiç bir değişiklik olmaz ya da bu yasayı yıkmadan ona boyun eğmez, o zaman da herşey iflasa gider.2

İşletmenin içinde örgütlenme rasyoneldir: sermaye işçiler üzerinde zorbalık uygular. Her işletmenin diğeriyle karşılaştığı dışarda, pazarda, sürekli ve dönemsel düzensizliğin baskısı altında olan düzene, krizler ve yıkımlar eşlik eder. Bu örgütlü "anarşi"yi yalnızca, işletmelerin ayrı varlıklarını ortadan kaldıran komünizm yıkabilir.
 

F) Kriz

Sermaye, bir yandan da dünyayı sosyalize etti. Tüm üretim, tüm insan faaliyetlerinin sonucu olmaya yöneldi. Diğer yandan, dünya, üretimi mümkün olduğu kadar kârlı hale getirmeye ve ürünleri mümkün olduğu kadar çok satmaya çalışan, rakip işletmelerle bölünmeye devam etti. Her işletme, sermayesini en iyi koşullarda değerlendirmeye çalıştı. Her işletme, pazarın kabul edebileceğinden fazla mal üretme eğilimindedir, bunun hepsini satma niyetindedir ve her biri rakibinin fazla üretimden zarar görmesini umut eder.3

Sonuç olarak, satışı arttıran faaliyetler gelişmiştir. Değerin dolaşımını sağlayan, üretici olmayan kol ya da kafa işçilerinin sayısı, değeri üreten kol ya da kafa işçilerine göre artmıştır. Söz konusu dolaşım, malların fiziki olarak dolaşımı değildir. Ulaşım endüstrisi gerçek değer üretir, şu basit nedenle ki, malların bir yerden başka bir yere götürülmesi, onlara değer katar, onların kullanım değerlerinin gerçek değişimine tekabül eder: sonuçta, malların, üretildikleri yerden farklı bir yere götürülmesi, elbette onların işe yararlılıklarını arttırır. Dolaşım, fiziki yer değiştirmeye değil, değere tekabül eder. Bir şey, gerçekte yer değiştirmez, örneğin, o şeyin sahibi değişse de aynı depoda kalır. Bu işlemle o mal alınıp satılmış, fakat kullanım değeri değişmemiş ve yükselmemiştir. Ulaşım devreye girdiğinde ise, farklı bir durum söz konusudur.

Mübadeleyle, pazarda üretim değerinin gerçekleşmesiyle ortaya çıkan sorunlar, kredi, bankacılık, sigorta ve reklamcılık da dahil olmak üzere, karmaşık bir işleyişi getirir. Sermaye, değerin yönetimi pahasına, toplumun toplam kaynaklarının devasa ve gelişen bir bölümünü yiyip bitiren bir çeşit parazite dönüşmüştür. Her gelişen sosyal örgütlenmenin gerekli bir fonksiyonu olan muhasebecilik, gerçek ihtiyaçları yerine getirmek yerine, toplumu bunaltan yıkıcı ve bürokratik bir makineye dönüşmüştür. Aynı zamanda sermaye, daha da yoğunlaşarak ve merkezileşerek büyür: tekeller, fazla üretim problemini azaltırken, uzun vadede bunu daha da azdırırlar. Sermaye, bu durumdan ancak, arz ve talebi yeniden düzenleyerek soruna geçici bir çözüm yolu bulan devrevi krizler yoluyla çıkar (yalnızca talebi karşılayarak, çünkü sermaye, ürünün dolaşımının sadece tek bir yolunu bilir: satın alma ve satma; gerçek talebin - ihtiyacın - karşılanmasına önem vermez; aslında, gerçek ihtiyaçların karşılanmamasına, düşük üretime yol açan da sermayedir).

Kapitalist krizler, salt emtia krizlerinden ibaret değildir. Bunlar öyle krizlerdir ki, üretimi değere bağlayarak üretimin değer tarafından yönlendirilmesini sağlarlar. Bu krizleri, 19. yüzyıldan önceki kapitalizm öncesi krizle karşılaştırdığımızda, durum daha iyi anlaşılacaktır. Kötü ürün sonucu ortaya çıkan bir tarımsal üretim düşüşünü alalım. Bu durumda, köylüler, örneğin elbise gibi, endüstri ürünlerini daha az satın alacaklardır ve zaten zayıf bir durumda olan endüstri sıkıntıya düşecektir. Bu krizler, doğal (iklime bağlı) olgulardan kaynaklanır. Nitekim tüccarlar, tahıl spekülasyonuna girişirler ve fiatları yüksek tutmak için tahıl depolarlar. Sonunda şurada burada açlık ortaya çıkar. Kriz koşullarını doğuran, tam da emtianın ve paranın varlığıdır: Mübadele işlemleri arasında (zamanla gerçekleşen) bir ayrılık ortaya çıkar. Tüccar ve miktarını arttırmaya çalışan para açısından buğdayın mübadelesi iki farklı şeydir: onların arasındaki zaman periyodunu düzenleyen, yalnızca beklenen kârın oranı ve miktarıdır. Üretim ve tüketim arasındaki bu ayrılık pediyodunda insanlar ölür. Fakat doğal koşulların yol açtığı bir kriz durumunda, ticari sistem yalnızca, krizi arttırıcı bir etken olarak rol oynar. Böyle bir durumda, sosyal koşullar, kötü ürünün ekonomiyi hâlâ güçlü bir şekilde etkilediği günümüzün Çin'i ve Rusyası gibi ülkelerde olduğu gibi, kapitalizm öncesine ya da zayıf bir kapitalizme işaret ederler.

Diğer yandan, kapitalist kriz, değer ve üretimin zorla oluşturulmuş birliğinin ürünüdür. Bir araba yapımcısını alalım. Rekabet onu, asgari çabayla azami değer randımanı almak üzere üretimi arttırmaya zorlar. Ürünün fiatındaki yeterli bir yükselişle, birikim atbaşı gitmezse bir kriz ortaya çıkar. Her gün binlerce araba üretilir ve bunlar alıcı bulsalar bile, üretilmeleri ve satılmaları, diğerleriyle karşılaştırıldığında, bu, sermayenin değerini yeterince vermez. Böylece şirket seri üretime hız verir, daha fazla yatırım yapar, çok sayıda araba satarak kaybedilen kârı telafi eder, krediye baş vurur, hükümet müdahalelerine karışır vb. sonunda, talep ilelebet artacakmış gibi üretir ve gittikçe daha fazla, daha fazla kaybeder. Krizlere yol açan, ne pazarın tükenmesi ne de fazla ödeme olmayıp, kârın düşmesidir (işçilerin mücadelesinin katkısıyla): bir değer toplamı olarak sermaye, kendini ortalama kâr oranına göre değerlendirmekte gittikçe daha fazla zorlanır.

Krizler, kullanım değeriyle değişim değeri, ürünün yararlılığıyla değiştirilebilirliği arasındaki bağlantıların nasıl birbirinden koptuğunu göstermekle kalmaz. Krizler, halkın ihtiyaçlarının karşılanmamasından, kapitalizmin vulgar eleştirmenlerinin söylediği gibi kapitalistlerin zenginleşmesinden çok, değerin miktarını arttırmaya yönelik girişimlere kurgulanmış bugünkü dünyanın mantığını ortaya koyar. Esas önemli nokta, pre-kapitalist krizlerden farklılıktır. Pre-kapitalist krizler, ticari ilişkilerin yalnızca aşırıya götürdüğü kaçınılmaz bir gereklilikten (örneğin kötü ürün) ortaya çıkarlar. Modern krizler ise, kaçınılmaz rasyonal temellere sahip olmadıklarını gösterirler. Onların ortaya çıkışı artık doğasal değil, toplumsaldır. Endüstriyel faaliyetlerin bütün unsurları mevcuttur: hammaddeler, makineler, işçiler, fakat bunlar kullanılmazlar - ya da yalnız kısmen kullanılırlar. Onlar yalnızca eşya, maddi obje değil, aynı zamanda bir sosyal ilişkidir. Gerçekte, onlar bu toplumda, yalnızca, değerin onları birleştirmesiyle var olabilirler. Bu olgu "endüstriyel" değildir; bu, üretimin teknik gerekliliklerinden gelmez. Bu, bütün üretici kompleksin, hatta bütün sosyal yapının (üretimin toplumu kapsamasından beri) ticari mantıkla yönetilmesine olanak veren bir sosyal ilişkidir. Komünizmin tek hedefi, bu emtia ilişkisini yıkmak ve böylece bütün toplumu yeniden örgütlemek ve dönüştürmektir (aşağıya bakınız).

İşletmeler ağı -değerin aygıtları ve merkezleri olarak - toplumun üzerinde bir iktidar oluştururlar. Toplumun her çeşit ihtiyacı (konut, beslenme, "kültür") yalnızca bu sisteme bağlıdır ve hatta onun tarafından şekillendirilir.4 Üretim, ihtiyaçlar tarafından belirlenmez, ihtiyaçlar üretim tarafından belirlenir. Esas ihtiyaç olan konut yerine, büro yapımına daha büyük bir ağırlık verilir. Çok sayıda ev, binlerce konut, yalnızca onları ikâmetgâh olarak satın alan sahipleri ya da kira ödeyen kiracılar onlarda kalabildiği için, 12 ayın 10 ayında boş kalır. Dünya çapında tarım, sermaye tarafından büyük ölçüde ihmal edilir, milyonlarca insan açlık çekerken, tarım, yalnızca değer ürettiği yerde gelişir. İleri ülkelerde otomobil endüstrisi, insanların ihtiyaçlarının ötesinde gelişen bir endüstridir, çünkü bütün anlamsızlığına rağmen, kârlılığı, büyümesini zorunlu kılar. Az gelişmiş ülkeler, yalnızca, ortalama kâr oranı sağlayan fabrikalar inşa ederler. Üretim fazlası eğilimi, hemen hemen bütün gelişmiş ülkelerde, sürekli bir savaş ekonomisini gerektirir; savaş gibi yıkıcı güçler, gerektiği zaman işlevsel hale gelirler, kriz eğilimini önlemenin bir diğer aracı olarak devreye girerler.

Ücretli emek, onlarca yıldır bir anlamsızlık olarak devam etmektedir. Bu, işçilerin bir kısmını, onları bitkin düşüren fabrika işine seferber eder; Birleşik Devletler gibi çok sayıda ülkede ise, işçilerin diğer bölümü, üretici olmayan sektörde çalışırlar; bu sektörün işlevi, satışı kolaylaştırmak ve otomasyonun ve makineleşmenin kustuğu işçileri emmektir, böylece bir tüketici kitlesi oluşur ve "kriz yönetiminin" diğer yüzü oluşur. Sermaye, bütün bilimleri ve teknikleri mülkiyetine alır: o, üretici alanda azami kârı sağlayacak araştırmalara yönelir; üretici olmayan alanda ise, yönetim ve pazarlamacılığı geliştirir. Böylece insanlar üç gruba ayrılır:
- çalıştıkları işlerde genellikle fiziki yıkıma maruz kalan üretici işçiler;
- büyük çoğunlukla yalnızca bir kaynak israfı olan üretici olmayan işçiler;
- bir kısmı gelişmiş ülkelerde, çoğunluğu ise yoksul ülkelerde olmak üzere, işsiz kitleler: sermaye onları hiç bir şekilde entegre edemez ve bunların yüzbinlercesi, dünya ekonomisinin kapitalist- emperyalist örgütlenmesinin doğrudan ya da dolaylı olarak yol açtığı savaşlarda, periyodik bir şekilde mahvolup giderler.

Brezilya gibi, bazı geri ülkelerin geliştiği son derece doğrudur, fakat bu yalnızca hayatın eski biçimlerinin kısmen ya da bütünsel olarak yıkımı yoluyla başarılabilir. Emtia ekonomisinin girişi, yoksul köylüleri yaşam araçlarından yoksun bırakır ve onları, kalabalık kentlerin yoksulluğuna sürer. Bu nüfusun yalnızca küçük bir kısmı, fabrika ve bürolarda iş bulabilecek kadar "şanslı"dır; geri kalanlar işsiz ya da yarı işsizdir.
 

G) Proletarya ve Devrim

Sermaye, yalnızca kâr için ve onun sayesinde var olan ve anti- komünist örgütlenmelerden başka bir şey olmayan Devletler tarafından korunan bir işletmeler ağı yarattığı gibi, aynı zamanda sermayeye karşı ayağa kalkmaya zorlanan bireylerden oluşan bir kitle de yaratır. Bu kitle homojen değildir, fakat tek tek unsurları aynı rolü oynamasa da, bu kitle, giderek komünist devrim yolunda birleşecektir.

Bir devrim, gerçek ihtiyaçların sonucudur; o, maddi yaşam koşullarının dayanılmaz hale geldiği noktada ortaya çıkar. Bu devrim, aynı zamanda, sermaye tarafından yaratılan proletarya tarafından yapılır. Dünya nüfusunun, üretim araçlarına sahip olmayan büyük bölümü, yaşamak için emek gücünü satar. Bazıları emeğini üretici alanda, diğerleri de üretici olmayan alanda satar. Diğer bazıları da emeklerini satamazlar: sermaye yalnızca, eğer uygun bir oranda değer yaratma (ortalama kâr oranı) umudu veriyorsa, yaşayan emek satın alır; satın alınmayanlar üretimden dışlanır.

Kim ki, proletaryayla, fabrika işçisini (ya da daha kötüsü, kol emekçisini) ya da yoksulu aynı kefeye koyar, o, proletaryanın yıkıcılığını göremiyor demektir. Proletarya, bu toplumun inkârıdır. O, yoksulların toplamından değil, umutsuzlardan, kaybedecek bir şeyi olmayanlardan (Fransızcada les sans-réserves ya da İtalyancada senza rizerve)5 hiç bir şeyleri olmayanlardan, bütün sosyal düzeni yıkmadıkça kendilerini kurtaramayacak olanlardan oluşur. Proletarya, bugünkü toplumun sona ermesidir, çünkü bu toplum hemen hemen bütün olumlu yanlarını yitirmiştir. Bu yüzden proletarya aynı zamanda kendi yıkımıdır da. Proletaryayı, değerin savunulmasında, toplumun islahında oynayacağını iddia ettikleri olumlu rol dolayısıyla her yönden göklere çıkaran bütün teoriler (burjuva, faşist, stalinist, solcu ya da "goşist") karşı-devrimcidir. Proletaryaya tapınmak, sermayenin en etkili ve tehlikeli silahlarından biri olagelmiştir. Proleterlerin çoğu düşük ücretlidir ve çoğunlukla üretimde çalışırlar, ancak onların proletarya olarak ortaya çıkmaları, düşük ücretli üreticiler olmalarından gelmez, mülkiyetten "yoksun bırakılmış" olmalarından, ne yaşamları üzerinde, ne de yaşamak için yapmak zorunda oldukları şey üzerinde kontrolleri olmamasından gelir.

Proletarya tanımının sosyolojiyle bir ilgisi yoktur. Komünizmin olanaklılığını dışlayarak ileri sürülen "proletarya" teorileri, metafizikten farksızdır. Bizi doğrulayan şey şudur ki, ne zaman proletarya özerk olarak toplumun işleyişine müdahale etmişse, ancak o zaman, sürekli olarak, var olan düzenin inkârı olarak hareket etmiş, düzene olumlu değer ya da rol sunmamış ve el yordamıyla başka bir şeylerin arayışına girmiştir.

Üretim değeri olduğu kadar, değere dayanan dünyanın yok edicisi de olabilen proletarya, örneğin, işsizleri ve çok sayıda ev kadınını da kapsar, çünkü kapitalizm, işsizleri kiraladığı ve işten attığı gibi, toplam değeri arttıran ev kadınlarının emeğinden de yararlanır.

Diğer yandan, burjuvazi, zengin olduğu ve nüfusun geri kalan kısmı da zengin olmadığı için yönetici sınıf değildir. Burjuva olmak onları zengin yapmıştır, yoksa zengin olmak onları burjuva yapmamıştır. Onlar yönetici sınıftır, çünkü ekonomiyi- makineleri olduğu kadar işçileri de kontrol ederler. En dar anlamıyla alacak olursak, sahiplik, yalnızca, kapitalizmin özel varyantlarında ortaya çıkan bir sınıf iktidarı biçimidir.

Proletarya, işçi sınıfı değil, işi eleştiren sınıftır. O, eski dünyanın yıkımıdır, yalnızca potansiyel olarak; bu yıkım, yalnızca bir sosyal gerginlik ve karışıklık anında, sermaye tarafından komünizmin temsilcisi olmaya zorlandığı zaman gerçek haline gelir. O, zamanın burjuvazisi gibi hakim sınıf olmak için değil, sınıflı toplumu yıkmak için birleştiği, örgütlendiği zaman, ancak o zaman kurulu toplumu yıkabilir; o anda yalnızca tek bir sosyal fail vardır: insanoğlu. Fakat, onu ön plana çıkaran böyle bir çatışma döneminin dışında, proletarya, sermayenin bir unsuru, makinenin bir çarkı statüsüne iner (ve elbette bu yön, sermaye tarafından göklere çıkarılır, işçiye yalnızca var olan toplumsal sistemin bir parçası olarak tapılır).

"Uvriyerizm"den ve işçicilikten (entellektüelizmin diğer yüzü) uzak olan radikal düşünce, ne işçi sınıfını göklere çıkarır, ne de kol çalışmasına sonsuz mutluluk olarak saygı gösterir. Radikal düşünce, onların üretimdeki yerleri, üretimi devrimcileştirmeye daha elverişli olduğundan, üretici işçilere belirleyici (istisnai değil) bir rol verir. Yalnızca bu anlamda (genellikle de beyaz iş tulumu giyen ve muhtemelen kravat takan) mavi yakalılar, diğerlerinden farklı görevler yerine getirme sosyal fonksiyonları oranında merkezi bir rol oynarlar. Yine de, işsizliğin, gündelikçi işçiliğin, hayatın her anındaki okul ve eğitim süresinin uzamasının, geçici ve part-time işlerin, erken emekliliğe zorlanmanın yaygınlaşması; insanların sefaletten işe ve zaman zaman işsizlik parasının düşük ücrete eşit hale gelmesiyle yeniden sefalete ve kaçak işlere yönelmesi sonucu ortaya çıkan, refahın ve işsizliğin o tuhaf karışımı; işle işsizlik arasındaki farkın ne olduğunu söylemeyi iyice zorlaştırır.

Yakın bir dönemde, Marx'ın ilk yazılarında sözünü ettiği benzeri bir çözülme aşamasına girebiliriz. Her güçlü tarihi karışıklık döneminde (1840'lar ve 1917 sonrası gibi) proletarya, sosyal bağların gevşemesini (işçi sınıfının ve orta sınıfın sosyal merdivenden aşağı kaymaları ya da bunun korkusunu duymaları) ve geleneksel değerlerin (kültür artık birleştirici olamamaktadır) zayıflamasını yansıtır. Eski toplumun yaşam koşulları, proleterlerde şimdiden olumsuzlanmıştır. Çalışma ahlâkını bozan, hippiler ya da punklar değil, modern kapitalizmdir. Mülkiyet, aile, ulus, ahlâk, burjuva anlamda siyaset, proletarya koşulları içinde çöküşe doğru yol alma eğilimindedirler.
 

H) İnsan Topluluğunun Biçimlenmesi

İlkel topluluk, emeğin potansiyelinden yararlanamayacak kadar yoksul ve zayıftı. O, çalışmanın yalnızca mevcut biçimlerini biliyordu. Emek, aletlerde kristalize olmuş, biriktirilmiş değildi; ölü emek çok az depolanmıştı. Ne zaman bu daha ortak hale geldi, değiş tokuş da gereklilik olarak ortaya çıktı: dolaşıma girebilmesi için, üretim, yalnızca soyut emekle, ortalama emek zamanla ölçülebilirdi. Yaşayan emek, faaliyetin vazgeçilmez bir parçasıydı ve ölçüm için gerekli olan emek süresiydi. Emek süresi, parada maddileşti. Bu andan itibaren doğal felaketler tarafından daha da azgın hale gelen sınıf sömürüsü ortaya çıktı (bkz. yukardaki pre-kapitalist krizler). Bu andan itibaren yükselen ve yıkılan devletler ve zaman zaman da ancak bir diğerine karşı savaşarak büyüyen imparatorluklar ortaya çıktı. Bazen de değişim ilişkileri, imparatorluklardan birinin ya da birkaçının yıkımından sonra, dünyanın uygarlaşmış (yani ticarileştirilmiş) çeşitli bölümlerinde sona erdi. Var olan ekonominin geri bir geçim ekonomisine doğru gider gibi göründüğü, gelişmedeki böyle bir duraklama yüzyıllarca sürdü.

Bu dönem içinde insanlık, yararsız, hatta yıkıcı olabilen insan emeğinin sömürüsüne dayanan bir üretici aygıt yaratamadı. Kapitalizmin mutlak rolü, ölü emeği biriktirmesi oldu. Tamamen sermayeye bağlı bütün endüstriyel kompleksin varlığı göstermiştir ki, insan faaliyetinin sosyal karakteri nihaî olarak bir alet yaratımında maddileşir, bu yeni bir dünya cenneti yaratmak değildir, ama ihtiyaçları karşılamak üzere mevcut kaynakları en iyi bir şekilde kullanmayı ve ihtiyaçlara cevap verecek yeni kaynaklar üretmeyi mümkün kılacak bir gelişmeyi sağlamaktır. Eğer bu endüstriyel kompleks, yaşayan emeğin başlıca üretici faktör olduğu bir aşamaya tekabül eden emeğin düzenleyici bir rol oynadığı üretimin vazgeçilmez bir unsuruna dönüşürse bütün anlamını kaybeder; üretim için değer gereksiz hale gelir. Değerin yaşamsallığı, artık yıkıcılığa dönüşür. Değer, emeğin genel karakterinden, emek tarafından üretilen ve tüketilen (hem bireysel hem de sosyal olarak) sonuçlarıyla, en basitinden, en karmaşığına, paranın bütün biçimlerinde somutlaşır. Dünya çapında birleşik bir üretici sistem yaratan bir enerji olmadığı sürece, değer gerekli bir aracı olarak kalır: ama bu olduğu andan itibaren, bir engele dönüşür.6

Komünizm, insanların aracısız yaşayabilmelerini sağlayan ölü emeği yeteri ölçüde biriktirmek için bir zamanlar gerekli olan (yol açtıkları bütün sefalete rağmen) bir aracılık dizisinin sonu anlamına gelir. Değer, böyle bir aracıdır: sosyal faaliyetleri harekete geçiren ve bağlantılarını kuran bir dış unsur olarak o, artık yararsızdır. Üretimin ikincil unsuru olan birikim yalnızca dönüştürülmeye ve geliştirilmeye ihtiyaç duyar. Komünizm, hangisinin üretiminin geliştirileceğine karar vermek için kullanım değerlerini mukayese eder. O, sosyal hayatın unsurlarını, ortak bir paydaya indirgemez (onlar, ortalama emek süresini içerir). Komünizm, maddi hayatını, ihtiyaçların çatışması ve karşılıklı etkileşimi temelinde örgütler - ki, bu, çatışmaları, hatta şiddetin bazı biçimlerini dışlamaz. İnsanlar meleklere dönüşmeyeceklerdir: Niçin dönüşsünler ki?

Komünizm, aynı zamanda, toplumun birleşmesi için gerekli bütün unsurların da sonudur: o, politikanın sonudur. O, ne demokratik, ne de diktatoryaldır. Eğer bu kelime, herkesin bütün toplumsal faaliyetlerden sorumlu olacağı anlamına geliyorsa, o elbette "demokratik"tir. Bu, insanların toplumu yönetme iradesi yüzünden ya da demokratik ilke nedeniyle değil, fakat toplumsal faaliyetlerin örgütlenmesi, yalnızca o faaliyetlerde yer alan insanlar tarafından yerine getirileceği için böyledir. Gerçi, demokratların söylediğinin tersine, bu yalnızca, yaşamın bütün unsurlarının topluluğun parçası olduğu, bütün ayrı faaliyetlerin ve bütün tecrit edilmiş üretimlerin ilga edildiği komünizm aracılığıyla mümkün olacaktır. Bu, yalnızca, değerin yıkımıyla başarılabilecektir. İşletmeler arasındaki mübadele, kolektivitenin, kendi yaşamını (herşeyden önce de maddi yaşamını) kontrol etme olanaklarını dışlar. Mübadele ve değişimin hedefleri, halkın hedeflerine kökten karşıdır - General Motors, Woolworth's ya da nükleer enerji santralleri asla demokratik bir şekilde yönetilemezler. İşletme, kendini değer haline getirmeye çalışır ve onun bu hedefine hizmet eden liderliklerin dışında bir liderlik kabul etmez (bu da kapitalistlerin, niçin sermayenin görevlilerinden başka bir şey olmadıklarını açıklar). Yöneticileri, işletme yönetir. Öz-yönetim ancak, işletmenin sınırlılıklarının tasfiyesi ve her bireyi, diğer herkese, kendi yaşamını kazanmanın araçları olarak davranmaya zorlayan emtia ilişkilerinin yıkımıyla mümkündür. Yönetsel sorunlar ikincildir ve herkesin toplumu yönetmesini istemek saçmadır. Muhasebecilik ve yöneticilik işi, hiç bir ayrıcalığa yol açmayan, isteyenin yer alacağı, isteyenin almayacağı, diğer bütün faaliyetlerin bir benzeri haline gelecektir.

"Demokrasi, anlamının tersine, bir yalan ve su katılmamış bir iki yüzlülüktür... Kanımca, bu, hükümetin tüm biçimlerine tekabül eder. Politik özgürlük, bir sahtelik ve en kötü ihtimalle de köleliktir; böyle bir hayalî özgürlük en kötü köleleştirmedir. Politik eşitlik de böyledir: bu, her hükümet biçimi gibi, demokrasinin de yıkılması gerektiğini gösterir. Böyle bir iki yüzlü biçim devam edemez. Onun iç tutarsızlığı gün ışığına çıkarılmalıdır: o, ya açık bir despotizme delalet eden gerçek kölelik anlamına gelir ya da komünizme delalet eden gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik."7

Komünizmde, bireyleri birleştirecek dışsal bir güç gereksizdir. Ütopik sosyalistler bunu hiçbir zaman anlayamadılar. Onların hemen hemen bütün hayalî toplumları, bu insanlar ne kadar yetenekli ve güçlü bir bakış açısına sahip olursa olsunlar, son derece sıkı planlamaya ve totaliter benzeri bir örgütlenmeye gereksinim duyar. Bu sosyalistler, insanların pratikte gruplar halinde bir araya gelerek yarattıkları bağları, yapay olarak yaratmanın yollarını aradılar. Aynı zamanda bu Ütopik sosyalistler, sömürü ve anarşiden kaçınmak için, sosyal hayatı, önceden örgütlediler. Anarşist bakış açısına sahip olan diğerleri ise, böyle bir otoriteryanizmi reddettiler ve toplumun sürekli bir yaratım olmasını istediler. Fakat sorun başka bir yerde yatıyordu: yalnızca maddî üretimin belirli bir gelişme düzeyine dayanan sosyal ilişkiler, bireyler arasındaki uyumu mümkün ve gerekli (çatışmaları da içeren bir şekilde) hale getirebilirdi. İşte o zaman bireyler ihtiyaçlarını karşılayabilirler, ama yalnızca grubun içinde basit bir alet olmayıp, grubun işleyişine otomatik olarak katılma yoluyla. Komünizmin, eskiden ayrı olan, ama artık olmayanları birleştirmeye ihtiyacı yoktur.

Bu, aynı zamanda dünyasal, hatta evrensel boyutta bir gerçektir. Gelişmenin araçları olarak ihtiyaç duyulan Devletler ve uluslar, artık tam anlamıyla reaksiyoner örgütlenmelerdir ve bu bölünmeler gelişmenin önünde birer engeldir: mümkün olan tek boyut insanlıktır.

Kafa emeği ile kol emeği, doğa ve kültür arasındaki karşıtlık eskiden anlaşılabilir bir şeydi. Çalışan birisiyle, çalışmayı örgütleyen biri arasındaki ayrım emeğin verimliliğini arttırdı. Gelişmenin bugünkü düzeyi, artık buna ihtiyaç göstermiyor ve bu bölünme, meslekî, "kültürel" ve eğitsel yaşamın her alanındaki var oluşunun saçmalığını gösteren bir engelden başka bir şey değildir. Komünizm, kol emeğiyle sakatlanan işçilerle bürolarda boşa harcanan işçiler arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır.

Bu, insanla doğal çevresi arasındaki karşıtlıkta da söz konusudur. Eski zamanlarda insan dünyayı ancak "doğanın" hakimiyetine karşı savaşarak sosyalize edebiliyordu. Günümüzde ise insan doğa için bir tehdit haline gelmiştir. Komünizm insanla doğanın yeniden barışmasıdır.

Komünizm, ondan korkan ve hakir gören diğer herşeyin ona bağımlı hale getirildiği ayrı ve ayrıcalıklı bir alan olan ekonomiye son verilmesidir. İnsan, yaşam koşullarını üretir ve yeniden üretir: en saf biçimiyle ilkel topluluğun, kapitalizm altında dağılmasından bu yana, çalışma, yani insanın çevresini kendine uyumlu hale getiren faaliyet, rahatlamaya, eğlenmeye, "gerçek" hayata karşı bir zorunluluk halini aldı. Bu aşama, bu köleleştirmeyi ortadan kaldırmayı mümkün hale getirecek ölü emeği yaratmak için tarihî olarak gerekliydi. Sermayenin gelişmesiyle, üretim (= değer kazanmak için üretim) dünyanın yöneticisi haline geldi. Bu, üretim ilişkilerinin toplum üzerindeki

diktatörlüğüydü. Üretici, hayatı sonradan daha yaşanır kılmak için yaşamını fedâ eder. Bu yaşanır kılmanın ise, insanın yaşamını sürdürmek için yalnızca bir araç olan çalışmanın doğasıyla genelde bir ilişkisi yoktur. Komünizm, üretim ilişkilerini çözer ve onları sosyal ilişkilerle birleştirir. O, eğlenmeyle çalışmayı karşı karşıya koymaz ve faaliyetler arasında ayrılık gözetmez. Bütün bir yaşam boyunca aynı işi yapma, kafa ya da kol işçisi olma zorunluluğu ortadan kalkar. Emek birikiminin, bilim ve tekniği içermesi ve bütünlemesi, araştırma ve işi, düşünme ve eylemi, öğretme ve çalışmayı tek bir faaliyet haline dönüştürmeyi mümkün kılar. Bazı görevler herkesin omuzlayabileceği görevlerdir ve otomasyonun genelleşmesi, üretici faaliyeti derinden dönüştürür. Komünizm, ne çalışmaya karşı eğlenceyi, ne de çalışmaya karşı çalışmamayı destekler. Bu sınırlı ve kısmî fikirler hâlâ kapitalizmin gerçekleridir. Hayat şartlarının (maddi, duygusal, kültürel vb.) üretimi ve yeniden üretimi olarak çalışma, insanın doğasında vardır.

İnsan, yaşam araçlarını kolektif olarak yaratır ve onları dönüştürür. O, bunları makinelerden alamaz: böyle olsaydı, insanoğlu, nereden geldiklerini bilmediği oyuncaklarla oynayan bir çocuğun durumuna düşerdi. Çocuk için oyuncakların nerden geldiği önemli değildir: orada olmaları yeterlidir. Aynı şekilde, komünizm, çalışmayı, sürekli zevk ve neşeye dönüştürmez. İnsan yaşamı, çabalamaktan ve zevkten oluşur. Şairin çalışması bile acılı anlar içerir. Komünizm yalnızca, çaba ile zevk, yaratma ile yeniden yaratma, çalışma ile eğlence arasındaki ayrılığı ortadan kaldırabilir.
 

I) Komünleştirme

Komünizm, insanlığın, zenginliğin ele geçirilmesini ve bu zenginliğin tam ve kaçınılmaz dönüşümünü ifade eder. Bu, işletmelerin ayrı birimler olarak varlığına ve bunun için de değer yasasına son verilmesini gerektirir: kârı sosyalleştirmek için değil, malları, endüstriyel merkezler arasında, değerin aracılığı olmadan dolaştırmak için. Bu, komünizmin, üretim sistemini, kapitalizm tarafından terkedildiği haliyle kullanacağı anlamına gelmez. Sorun, kapitalizmin "iyi" yanını (üretim) korurken, "kötü" yanını (değer kazanma) ortadan kaldırmak değildir. Daha önce de gördüğümüz gibi, değer ve kâr mantığı, belli tipte bir üretimi dayatır, belli dalları geliştirirken, diğerlerini ihmal eder, üretimi ve büyümeyi övmek, sermayenin şerefine yüksek sesle ilahiler okumaktır.

Diğer yandan, üretimi devrimcileştirmek, işletmeleri yıkmak için, komünist devrim, üretimi yararlı hale getirmek zorundadır. Bu, en azından bir aşamada komünist devrimin gerekli bir "manivelası"dır. Hedef, fabrikaları yalnızca yönetmek üzere ele geçirmek değil, fakat onları, işletmeler olarak yıkacak olan değişim ilişkilerinin ortadan kaldırılması yoluyla, birbirine bağlamaktır. Böyle bir hareket, şehirle köy arasındaki karşıtlığı ve endüstriyle diğer faaliyetler arasındaki ayrılığı azaltarak ve sonra da bastırarak nerdeyse otomatik olarak başlar. Bugün endüstri, diğer sektörleri boğarken, bir yandan da kendi sınırlılıkları içinde boğulmaktadır.

Sermaye, değer birikimini sağlamak için vardır: o, bu değeri, depolanmış emek, ölü emek biçiminde sabitleştirir. Birikim ve üretim, kendi başlarına birer amaç haline gelirler. Onların yanında herşey ikinci planda kalır: sermaye, yatırımlarını insan emeğiyle besler. Aynı zamanda o, daha önce de belirttiğimiz gibi, üretici olmayan emeği geliştirir. Komünist devrim, bu saçmalığa karşı bir isyandır. O, aynı zamanda bir birikim karşıtlığıdır, hayatın artık ebediyen sona ermiş biçimlerine dönmek için değil, fakat herşeyi yerli yerine koyarak: şimdiye kadar insan yatırım için feda edilegelmiştir; bugün ise bunu tersine çevirmek mümkün hale gelmiştir. Komünizm üretimciliğe ve aynı şekilde, var olan ekonomik çerçeve dahilinde ekolojik gelişme ilüzyonuna karşıdır. "Sıfır büyüme" yine de büyümedir. Ekolojinin resmi sözcüleri, asla değeri ölçü alan ekonominin eleştirisini seslendirmezler, onlar yalnızca paranın belirlediği kaynakların akıllıca denetlenmesini isterler.

Komünizm, kapitalizmin daha rasyonel, daha verimli, daha modern, daha eşitlikçi ve daha az anarşik formdaki bir devamı değildir. O, ele geçirdiği eski maddi temelleri olduğu gibi devralmaz: onları alaşağı eder.

Komünizm, iktidarı aldıktan sonra pratiğe konan bir ölçütler dizisi değildir. O, bir üretim tarzı olarak değil (kapitalist toplumda komünist adası olamaz), fakat insanların gerçek ihtiyaçlarından kaynaklanan bir eğilim olarak zaten var olan bir harekettir. Komünizm, değerin uzağından bile geçmez. Önemli olan, günün birinde çok sayıda insanın kalkıp, değer ve kârı yıkmaya başlamaları değildir. Bütün geçmiş devrimci hareketler, toplumu işlemez hale getirebildiler ve bu evrensel stopajın içinden bir şeyler çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların parasız dolaşımını sağlayacak, bir fabrikayı yakınındakilerden tecrit eden kapıları açacak, çalışma yöntemi teknik gelişmeye çok yabancı olan bir diğer fabrikayı kapatacak, okulları, öğrenmeyi 15 yılla uygulamadan koparan bir uzmanlaştırma yeri olmaktan çıkaracak, insanların kendilerini 3 odalık aile birimlerine hapsetmeye zorlayan duvarları alaşağı edecek, kısacası, bütün bölünmeleri ortadan kaldırmaya yönelecektir.

Komünist devrimin işleyişi, mücadelelerin sonucudur. Bu mücadelelerin gelişmesi, toplumun, tüm bireylerin yeni sosyal ilişkiler kuracağı bir aşamaya gelmesine yol açar. Şu andaki çok sayıda sosyal mücadele, hiçbir sonuç getirmiyor gibi görünüyorsa da, onlara katılan insanlar şu anda ne düşünüyor olurlarsa olsunlar, bu mücadelelerin devam etmesi, komünizme yol açacaktır. İşçiler, sadece taleplerini ileri sürdükleri zaman bile, sık sık, devletle ve onun yardımcısı sendikalarla şiddetli bir çatışmaya girmekten başka bir çözüm yolu olmayan bir noktaya gelirler. Bu durumda, silahlı mücadele ve ayaklanma, bir sosyal programın uygulanmasına ve ekonominin bir silah olarak kullanılmasına delalet eder. (bkz: yukarıdaki proletarya bölümü). Bu askerî yön önemli olmakla birlikte, mücadelenin sosyal içeriğine bağlıdır. Düşmanlarını askerî düzlemde yenebilmek için proletarya, - bilinci ne olursa olsun - toplumu komünist bir tarzda dönüştürür.

"Modern strateji, burjuvazinin ve köylülüğün kurtuluşu demektir: o, sözü geçen kurtuluşun askerî ifadesidir. Proletaryanın kurtuluşu da özel bir askerî ifadeye ve yeni bir özel savaş biçimine sahip olacaktır. Bu, son derece açıktır. Biz böyle bir stratejiyi, proletaryanın maddi koşullarından bile çıkarabiliriz."8

Şu ana kadarki mücadelelerin askerî gelişmeleri, yeni bir toplumun ortaya çıkışını gerekli kılacak bir aşamaya ulaşmış değildir. Almanya'da, 1919 ve 1921 arasında cereyan eden en önemli toplumsal çatışmalarda, proletarya, iç savaşın şiddetine rağmen, bu aşamaya ulaşmamıştır. Yine de bu çatışmaların altında komünist perspektif mevcuttu, bu nokta hesaba katılmazsa, bu çatışmalar hiç bir anlam ifade etmez. Burjuvazi, kendi çıkarları için ekonomi silahını kullanabildi, örneğin işçi sınıfını işsizlik yoluyla böldü. Proletarya ise ekonomiyi kendi çıkarları için kullanamadı ve esas olarak askerî araçlarla mücadele etti; 1920'de, Ruhr bölgesinde bir Kızıl Ordu kurmaya kadar gitti, ama kendi sosyal fonksiyonunun sağlamış olduğu bu silahı hiç bir zaman kullanamadı.

Farklı bir durumda, Birleşik Devletlerde, bazı isyanlar bir sosyal dönüşüm başlattılar, fakat yalnızca emtia düzleminde, bizzat sermaye düzleminde değil. Bu insanlar, proletaryanın yalnızca bir bölümünü oluşturuyorlardı ve üretimden dışlandıkları için onu bir "manivela" olarak kullanma olanağına sahip değillerdi. Fabrikaların dışındaydılar. Ne var ki, komünist devrim, onu yıkmak için işletmelerin içinden bir eylemi öngörür. Birleşik Devletlerdeki ayaklanmalar tüketim ve dağıtım düzeyinde kaldı.9 Komünizm, maddenin özüne, artı-değer üreten merkeze, üretime saldırmadan gelişemez. Fakat o, bu manivelayı yalnızca onu yıkmak için kullanır.

Devrimi, kaybedecek bir şeyi olmayanlar yapar: onlar var olan toplumdan çıkan sosyal ilişkileri kurmak zorunda kalırlar. Bu çıkış, ekonominin büyük bir bölümünün durgunluğa uğradığı 1929 yılındakinden son derece farklı bir krize delalet eder. Eğer çeşitli unsurlar, ücretli emeğe karşı isyanda birleşirlerse, toplum öyle zor bir durumda kalacaktır ki, mücadeleleri birbirinden tecrit edemeyecektir. Komünist devrim, ne bugünkü hareketlerin bir toplamı, ne de onların bir "öncü"nün araya girmesiyle dönüşümüdür. Elbette böyle bir olay ancak dünya çapında, herşeyden önce de bir kısım gelişmiş ülkede meydana gelebilir. Esas sorun, iktidarın işçiler tarafından ele geçirilmesi değildir. Şu andaki durumuyla, işçi sınıfının diktatörlüğünü savunmak saçmadır. İşçiler, bugün, hiç bir şeyi yönetme yeteneğine sahip değillerdir: onlar, değer kazanmaya yönelik işleyişin bir parçasından ibarettirler ve sermayenin diktatörlüğüne boyun eğmiş durumdadırlar. Şu andaki işçi sınıfının diktatörlüğü, onun temsilcilerinin, yani sendika liderlerinin ve işçi partilerinin diktatörlüğünden başka bir şey olmayacaktır. Bu, "sosyalist" ülkelerde görülen durumdur ve dünyanın geri kalan kısmındaki demokratik solun programıdır.

Devrimin bir örgütlenme sorunu vardır, ama devrim bir örgütlenme sorunu değildir. "İşçi hükümeti" ya da "işçi iktidarı"na ilişkin bütün teoriler, yalnızca sermayenin krizi için alternatif çözümlerdir. Devrim, herşeyden önce, toplumun, yani insanlar arasındaki ve insanlarla yaşam araçları arasındaki kurulu ilişkilerin dönüşümüdür. Örgütsel problemler ve "liderler" ikincildir: bunlar devrimin başarılarına bağlıdır. Bu, komünist devrimin başından itibaren, onu ortaya çıkaran toplumun görevidir. Devrim, işçilerin % 51'i devrimci olduğu zaman olmayacaktır; ve o, bir karar aygıtının işaretiyle başlamayacaktır. Kapitalizmin, sürekli olarak yönetim ve liderlik sorunlarıyla boğuştuğu kesindir. Komünist devrimin örgütsel biçimi, her sosyal harekette olduğu gibi, onun içeriğine bağlıdır. Partinin, devrimin örgütünün, kendisini nasıl yapılandırdığı ve hareket ettiği, gerçekleştirilecek görevlere bağlıdır.

19. yüzyılda, hatta birinci dünya savaşı sırasında, komünizmin maddî koşulları, en azından bazı ülkelerde (Fransa, İtalya, Rusya vb.) hâlâ ortaya çıkmamıştı. Komünist bir devrim, çalışmayana ekmek yok kuralına uygun olarak (elbette bu yalnızca çalışabilecek durumda olanlara uygulandı) öncelikle üretici güçleri geliştirmek, küçük burjuvaziyi işe koşmak, endüstriyel emeği genelleştirmek zorundaydı. Fakat devrim gerçekleşmedi ve onun Alman müstahkem mevkii ezildi. Devrimin görevleri, o zamandan beri, kapitalist ekonomik büyümeyle yerine getirildi. Komünizmin maddî temeli şu anda mevcuttur. Artık üretici olmayan işçileri fabrikaya göndermeye ihtiyaç yoktur; sorun, bugünkünden tamamen farklı, başka bir "endüstri"nin temelini yaratmaktır. Bir çok fabrika kapanmak zorunda kalacaktır ve zorunlu emek artık söz konusu değildir: biz, hayatın geri kalanından ayrılan bir faaliyet olarak çalışmayı ortadan kaldırmak istiyoruz. Bu, bu çöp toplama mantığını ve düzenini bir uygulama olarak anında bütünüyle değiştirmese bile, bazılarının yıllarca yapmak zorunda kaldıkları bir iş olarak çöp toplamayı anlamsız hale getirecektir.

Az gelişmiş ülkeler - zamanı geçmiş olsa da yeterli bir deyim - endüstrileşmek zorunda olmayacaklar. Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın bir çok bölgesinde, sermaye, emeği ezmektedir, fakat onun üzerinde "gerçek" bir hakimiyet kuramamıştır. Sosyal komünal yaşamın eski biçimleri hâlâ varlığını korumaktadır. Komünizm, - Marx'ın Rus köylü komünüyle ilgili olarak düşündüğü gibi - bazı "batı" teknolojilerini farklı bir tarzda uygulayarak, bu biçimlerin çoğunu yeniden canlandıracaktır. Böyle bölgeler, komünleşmeye, bir çok bakımdan, o araba ve televizyon tutkunu, devasa "uygar" birleşik şehirler ağından çok daha yatkın olduklarını ispatlamışlardır. Başka bir deyişle, dünya çapında bir birikim dağıtma yöntemi.
 

J) Devletleri Ortadan Kaldırmak

Devlet, insanın, kendi yaşamını yönetememesinden doğmuştur. O, - sembolik ve maddi olarak- birleşmemenin birliğidir. Proletarya yaşam araçlarını ele geçirir geçirmez, bu aracı kurum, işlevini yitirmeye başlayacaktır, fakat onun yıkımı otomatik bir süreç değildir. O, yavaş yavaş ortadan kalkmayacaktır, ticarî olmayan alan nasıl hızla büyüyorsa, o da hızla ortadan kalkacaktır. Aslında, böyle bir alan, 1936-37'de İspanya'da olduğu gibi, eğer merkezî hükümet makinesinin devamına izin verirse, son derece kırılgan olacaktır. Hiçbir Devlet yapısı, kendi kendisini sönüşe götürmez.

Bu yüzden, komünleştirme, parça parça eylemlerin doğrudan toplamından daha fazla şey ifade eder. Sermayenin işi, dünyayla ilişkilerini kendi ellerini alacak insanların yol açacağı genel yıkımla bitecektir. Fakat devlet bir gücü elinde tuttuğu sürece hiç bir şey başarılamayacaktır. Toplum bir kılcal damarlar ağından ibaret değildir: Toplumu koruyacak güç, iktidarı merkezileşmiş bir güçte yoğunlaştıran ilişkilerdir. Kapitalizm, kendi global ölçüde işleyişine devam ederken, bizlerin yaşamımızı yerel düzeyde değiştirdiğimizi gördüğünde, çok mutlu olacaktır. Merkezî bir güç olarak Devletin iktidarı, her yerde olduğu kadar, merkezî eylemle de yıkılmak zorundadır. Komünist hareket politika karşıtıdır, ama a-politik değildir.10
 

K) Günümüzün Bir Sosyal Hareketi Olarak Komünizm

Komünizm, yalnızca bir sosyal sistem, "devrimden" sonra, gelecekte var olacak bir üretim tarzı değildir. Bu devrim, aslında, iki dünya arasındaki bir çatışmadır:

1) bir yanda, tüm dışlanmış, bütün gerçek zevklerden mahrum edilmiş, hatta zaman zaman varlıkları tehdit altında olan, ama hayatta kalmak, yaşamak, eyleme geçmek için bir diğeriyle bağ kurma ihtiyacı duyarak birleşenler vardır;

2) diğer yanda ise, dünya çapında sosyalize olmuş, teknik düzeyde birleşmiş, ama herşeyi birleştirirken, aslında yıkacak olan değer mantığına boyun eğenleri birbirine karşıt hale gelmeye zorlayan, birimler halinde bölen bir ekonomi.

Bugünkü üretici güçleri çevreleyen emtia ve değer dünyası, onun kendi yaşamı pahasına aktif hale gelir; o kendini özerk bir gücün içinde yapılandırır ve gerçek ihtiyaçlar dünyası, onun yasalarına teslim edilir. Komünist devrim, bu teslimiyetin yıkımıdır. Komünizm, bu teslimiyete karşı mücadeledir ve bir başarı şansı olmamakla birlikte, kapitalizmin ilk günlerinden, hatta daha öncesinden beri ona karşı çıkmıştır.

İnsanlık, önce fikirlere, dünya hakkındaki telakkilere, kendi dışındaki kaynaklara yöneldi ve insanın doğasını, insanın sosyal ilişkilerinin değil, yalnızca bir insan yaratımı olan, gerçek dünyanın dışındaki (Tanrı) bir unsurun belirlediğini düşündü. Keza insanlık, çevresindeki dünyayı ele geçirme ve ona adapte olma çabasında, öncelikle maddi bir dünya, bir üretici güçler ağı, bir ekonomi, bu dünyayı ele geçirmeden önce onu ezen ve hakimiyeti altında tutan, ama artık kendine adapte ettiği ve ihtiyaçlarına göre dönüştürdüğü bir objeler dünyası yaratmak zorundaydı.

Komünist devrim, bugünkü sosyal hareketlerin fevkinde olduğu gibi, devamıdır da. Komünizm tartışmaları, genellikle hatalı bir noktadan başlatılır: devrimden sonra insanların ne yapacakları sorusu gündeme getirilir. Tartışmanın sürdüğü sırada ne olup bittiğiyle komünizmin bağlantısını hiçbir zaman kurmazlar. Burada tam bir kopukluk söz konusudur: öncelikle devrim yapılacak, komünizm ondan sonra gelecektir. Aslında komünizm, şu anda yürürlükte olan gerçek ihtiyaçların devamıdır, ancak şu andaki koşullar ona izin vermediği için hiçbir yerde öne çıkamamakta ve başarılı olamamaktadır. Bugün, kendini yalnızca bugünkü dünyayı reddederek değil, aynı zamanda yeni bir dünya kurmak için çaba göstererek ifade eden çok sayıda komünist hareket ve davranış vardır. Bunlar şu ana kadar başarılı olamamıştır, onların devamlılığının mümkün olmadığı, yalnızca kendi sınırları içinde kaldıkları, yalnızca bir eğilim olarak kaldıkları görülebilir ("aşırı" grupların işlevi, kesinlikle bugünkü sınırlılıkları, hareketin hedefleri haline getirmek ve onları güçlendirmektir). Bant sisteminin reddinde, ev işgali mücadelelerinde, komünist perspektif, yalnızca modern dünyanın (hippy) reddi temelinde değil, fakat ne üretiliyor ve israf ediliyorsa onları kullanarak ve dönüştürerek "başka birşey" yaratmak için mücadele eder. Böyle çatışmalarda insanlar kendiliğinden, değişim ilişkileri mantığına boyun eğmeksizin malları ele geçirmeye çalışır; bu yüzden onlar bu mallara kullanım değeri olarak muamele eder. Onların bu eylemler sırasında, eşyalarla ve birbirleriyle kurdukları ilişkiler yıkıcıdır. İnsanlar böyle olaylar sırasında kendilerini bile değiştirebilirler. Bu "başka bir şeyler", onu örgütleyenler ne düşünüyor ve ne istiyor olurlarsa olsunlar, bu eylemelerde yer alan aşırılar ve onları teorize edenler ne yapıyor ya da söylüyor olursa olsunlar, bu eylemlerde yalnızca potansiyel olarak vardır. Böyle hareketler, eylemlerinin bilincinin de ortaya çıkmasını zorlayacaklardır, daha iyiyi yapmak için, yapılan şeyin anlaşılması gerekir.

Komünizm ihtiyacını şimdiden hisseden ve onu tartışanlar, komünist akideyi gündeme getirmek, bu sınırlı eylemleri "gerçek" komünist faaliyete doğru yönlendirmeyi önermek için mücadelelere müdahale edemezler. Fakat ihtiyaç, sloganlar değil, bu mücadelelerin işleyişine ve arkaplanına bir açıklama getirmektir. İnsan, ne yapmak zorunda kalacaksa, yalnızca onu göstermelidir.
 
 

1. Marx, The Economic and Philosophic Manuscrips 0f 1844 (New York: International Publishers, 1964).(Makaleye Geri Dön)

2. Engels, Selected Writings, s.217-218: "Modern devlet... bütünsel ulusal sermayenin... en iyi ifadesidir."(Makaleye Geri Dön)

3. Mattick'in Marx and Keynes'i (Porter Sergent, 1969), komünizmin dinamiklerini kavramakta başarısız olmasına rağmen, kapitalist krizlerin mükemmel bir analizini verir (bkz. aşağıdaki "Leninism and the Ultra-Left").(Makaleye Geri Dön)

4. F. Perlman, The Reproduction of Daily Life, Black & Red, 1969.(Makaleye Geri Dön)

5. "Bir şeyi olmayanlar" kavramını formüle eden, II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda, İtalyan Komünisti Amadeo Bordiga olmuştur. Bordiga'nın amacı, proletaryanın yeni bir tanımını yapmak değil, fakat genel tarife geri dönmekti. Kapital'in proletaryaya ilişkin ilk analizleri anlaşılmış olmalıydı, örneğin, Contribution to the Critique of the Hegelian Philosophy of Law : Introduction (1843).(Makaleye Geri Dön)

6. Bkz. Marx'ın 1857-1858 elyazmaları. Genellikle Almanca başlığıyla bilinir: The Grundrisse, Pelican, 1973.(Makaleye Geri Dön)

7. Engels, "Progress of Social Reform on the Continent," The New Moral World, 4-11-1843.(Makaleye Geri Dön)

8. Engels, Conditions and Prospects of a War of the Holy Alliance against a Revolutionary France in 1852.(Makaleye Geri Dön)

9. Bkz. The Rise and Fall of the Spectacular Commodity Economy (1965).(Makaleye Geri Dön)

10. Marx (1844'deki, The King of Prussia and Social Reform adlı tanınmış makalesinde ve diğer ilk dönem makalelerinde) politikanın eleştirisini geliştirdi ve "politik" devrime karşı "sosyal" devrimi savundu: politik devrim, bireyler ve gruplar arasındaki bağlantıları, gerçeklikte yapılabildiğinin ötesinde çok fazla değiştirmeksizin yeniden düzenliyordu, sosyal devrim ise, insanların yaşam araçlarını, yaşam tarzlarını, gerçek koşullarını değiştirmeye çalışıyordu, böylece onların birbirleriyle ilişkilerini de dönüştürüyordu.
   İlk isyan girişimlerinrden biri, yaşamlarımızın, yukardan, bir öğretmen, bir patron, bir polis, bir sosyal danışman, bir sendika lideri, bir devlet memuru tarafından kontrol edilmesine karşı olmuştur... O zaman işe politikacılar karışır ve bütün tutku ve istekleri iktidar sorununa indirgerler - iktidar, ister bir parti tarafından ele alınsın, isterse herkese paylaştırılsın. Ki, bizim ihtiyacını duyduğumuz iktidar, yaşamımızı üretmek için gerekli olan iktidardır. Bütün elektriğin bize, dev (kömür, petrol ya da nükleer) santrallerden geldiği bir dünya daima bizim dışımızda kalacaktır. Yalnızca politik olarak düşünen birisi, devrimin öncelikle iktidarın ele geçirilmesi ve/veya yeniden dağıtım sorunu olduğunu düşünür.(Makaleye Geri Dön)
 

Bir Sonraki Bölüm

İçindekiler'e Bakınız

Antagonism'e Geri Dön 1