II
 

SINIF MÜCADELESİ VE SON YILLARDAKİ EN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ:
Komünist Perspektifin yeniden ortaya çıkışı

Bu makale, Mayıs 68'den hemen sonra yazılmaya başlandı ve "öz- yönetim" altındaki (Devlet kontrollü) bir Cezayir ayakkabı fabrikasında yıllar önce çalışıp, bir insanın kaderini ele alması konusundaki kendiliğinden tutkunun, ücretli emeğin yürürlükte olduğu kurumlaşmış bir öz-yönetimde nasıl sona erebildiğini kendi deneyleriyle gören bir arkadaş tarafından, 72'de tamamlandı.

Eğer bu metin bugün yazılmış olsaydı, tarihsel bilgi farklı olacaktı. Belli merkezlerde hâlâ gücünü korumakla birlikte, Fransız KP, geleneksel işçi sınıfı bölgelerinin de-endüstriyalize edilmesiyle güç kaybetmiştir. Ayrıca, diğer ülkelerde olduğu gibi, kimse artık "stalinizm"den söz etmemektedir. KP'ler, Rusya'ya çok tutkun olduklarından Stalinist değillerdi, tersine, Devlet kapitalizmi, sermaye için olası bir çözüm olduğu için... genellikle Kızıl Ordu birlikleri ve kardeş "sosyalist" ülkeler yardıma geldiklerinden Stalinisttiler. SSCB'nin çökmesiyle, artık orada kapitalizmin bu geri biçimi kullanılmaz hale geldi ve KP'ler sosyal- demokrat partilere dönüştüler. Adapte olabilen İtalyan KP ise, uzun bir süreden beri zaten bu yolda devam etmektedir. Uzun bir direnişten sonra, inatçı Fransız KP de bu yola girdi. Altmış yıllık o meşum Stalinist maskaralık, proletarya tarafından değil, fakat karşı konulmaz emtia akını tarafından tarihin çöp tenekesine gönderildi. Kredi kartı, kaba kuvvetten daha güçlü çıktı. (1997 notu, G.D.)

Bu metnin esas amacı, bu yüzyılın ilk yarısında, çeşitli biçimlerde yer alan (partiler, sendikalar, işçi konseyleri) devrimci hareketin, bugün yalnızca geçmişte kalmayıp, aynı zamanda devrimci hareketin yeniden biçimlenmesinin önünde bir engel haline gelmesinin temel sebeplerini göstermeye çalışmaktı. Fakat bu proje yalnızca kısmen yerine getirilebildi. Bu görev hâlâ gerçekleştirilmeyi bekliyor. Fakat harekete geçmeden tam bir teorik yapının oluşmasını beklemek de bir hata olacaktır. Bundan sonraki metin, komünist "parti"nin yeni biçimlerinin anlaşılması için işe yarar belli unsurları verecektir. Son zamanlardaki olaylar, (başta, Birleşik Devletler, Britanya, Fransa ve İtalya'daki grevler), yeni bir tarihi döneme girmekte olduğumuzu net bir şekilde göstermektedir. Örneğin, Fransız Komünist Partisi (F.K.P.) işçi sınıfını hâlâ domine etmekle birlikte, güçlü bir saldırı altındadır. Nitekim, uzun süredir devrimci hareketin sermayeye karşı mücadelesini saptıran F.K.P.'nin bu aracılık rolü ortadan kalkmaya yüz tutmuştur: İşçilerle kapitalizm arasındaki karşıtlık kendini gittikçe daha doğrudan bir biçimde ortaya koymaktadır. F.K.P. ideolojisinin işçiler arasında güçlü olduğu bir sırada, gerçek olaylar ve eylemler düzleminde durum F.K.P.'nin aleyhineydi ve devrimci hareket, F.K.P.'ye karşı esas olarak teorik düzlemde savaşmak zorunda kalmıştı.

Bugün devrimciler sermayeye pratikte karşı çıkmak zorundadırlar. Bu, yeni teorik görevlerin neden gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Fikir düzleminde anlaşmak yeterli değildir; olumlu eyleme geçilmeli ve her şeyden önce, bu görüşleri desteklemek için şu andaki mücadelelere müdahale edilmelidir. Komünistler, toplumumuzda, kendini pratikte kanıtlamış bir partiden ayrı bir parti inşa etmek zorunda değillerdir; fakat onlar, kendi tutumlarını, artan ölçüde savunmak zorunda kalacaklardır ki, böylece gerçek hareket zamanını yararsız ve hatalı mücadeleler içinde harcamasın. Proletarya ile sermaye arasında bir çatışmaya doğru gittiğimizi düşünenler arasında organik bağlar (pratik faaliyetler için teorik çalışma) kurulmalıdır. Bu metin, komünist hareketin nasıl yeniden ortaya çıkacağını ve komünistlerin görevlerini nasıl savunacağını belirlemeye çalışmaktadır.
 

A) Fransa'da, Mayıs 1968

Mayıs 1968 genel grevi, kapitalist tarihin en büyük grevlerinden biridir. Çağdaş toplumda belki de ilk kez böylesine güçlü bir işçi hareketi ortaya çıktığı halde, bu hareket, kendini ifade edecek organlar yaratamamıştır. Dört yıldan fazla süren işçi mücadeleleri bu gerçeği ortaya koymuştur. Yerel ve geçici bağlantıların ötesine geçen örgütlenmeleri hiçbir yerde göremiyoruz. Devletle ve patronlarla görüşmelere girişen sendikalar ve partiler, bu boş işlere gömüldüler. 1968'deki kısa ömürlü çok sayıda Eylem Komitesi, sendikaların ve partilerin dışında davranan tek işçi örgütü biçimiydi; bu Eylem Komiteleri, ihanet içinde olduğunu düşündükleri sendikalara karşıydılar.

Ya grev başladığında, ya oturma eylemlerinde ya da daha sonraki, işe dönmeye karşı mücadele sırasında, binlerce işçi, sendikaların iradesine karşı içerde ve dışarda, şu ya da bu yolla kendisini örgütledi. Fakat bu işçi örgütleri, hareketin sona ermesiyle birlikte sönüp gittiler ve yeni tipte bir örgütlenmeye dönüşemediler.

Tek istisna, Paris'teki "Faculté des Lettres" in Censier binasındaki, grevin başladığından beri var olan "İşletme İçi" Komitesidir. Bu komite, Paris bölgesindeki düzinelerle fabrikadan işçiyi - birey ya da grup olarak - bir araya getiriyordu. Onun işlevi, C.G.T. Sendikasını kontrolünde tutan F.K.P. tarafından grevin bozguna uğratılmasına karşı eylemler koordine etmekti. Farklı işletmelerden işçiler arasındaki dayanışmayı pratiğe koyarak fabrikanın dar sınırlarının ötesine pratikte gidebilen tek işçi örgütlenmesi buydu. Proletaryanın bütün devrimci faaliyetlerinde olduğu gibi, bu komite eylemini duyurmadı.1

Bu komite, grevden sonra toplantılar örgütlemeye devam etti ve üyeleri onun yararsızlığını farkettikten sonra ortadan kalktı. Elbette çalışmalarında yer alan yüzlerce işçi kısa süre sonra onun toplantılarına gelmemeye başladılar. Bu işçilerden bir çoğu birbirini görmeye devam etti. Fakat, grev sırasında, Komitenin amacı, sendika ve parti manevralarına karşı mücadeleyi güçlendirmekken, sonradan, grevin sonuçları ve gelecek için ondan dersler çıkarma konusunda araştırma yapan bir tartışma grubuna dönüştü. Bu tartışmalar genellikle komünizm ve onun önemiyle ilgiliydi.

Bu komite bir azınlığı bir araya getiriyordu. Yine de onun Censier'deki günlük "genel toplantıları" ve daha küçük toplantıları binlerce işçinin bir araya gelmesini sağlıyordu. Bu, Paris bölgesiyle kısıtlı kaldı. Diğer bölgelerden, sendikaların tamamen dışında örgütlenen böyle bir deneyi şu ana kadar duymadık ("sol kanat" sendikalar da dahil: Fransa'nın batısındaki Nantes şehri, grev sırasında, az çok bu sendikaların eline geçmişti).

Şu da belirtilmelidir ki, komünist fikirleri benimseyen bir avuç insan (en çok bir düzine) eylemlere ve çalışmalara bütün güçleriyle katıldılar. Bunun sonucu, C.G.T.'nin etkisini sınırlamak, Troçkistlerin ve Maoistlerin etkisini asgariye indirmek oldu. Komite'nin, aşırılarınki de dahil bütün geleneksel sendika ve parti örgütlerinin dışında kalması ve fabrika sınırlarının ötesine gitmeye çalışması, 1968'den sonra olacakları önceden haber veriyordu. Komitenin, görevlerini tamamladıktan sonra ortadan kalkması da, son yıllardaki karakteristik mücadelelerde ortaya çıkan örgütlenmelerin sönüp gitmesinin işaretiydi.

Bu, şu andaki durumla, 1930'larda olanlar arasındaki büyük farklılığı gösterir. 1936'da, Fransa'da, işçi sınıfı "işçi" örgütlerinin arkasında savaştı ve onların savunduğu reformların peşine takıldı. Böylece haftada kırk saat çalışma ve iki haftalık ücretli izin, başta gelen talepleri maaşlı gruplarla aynı pozisyonda ve koşullara sahip olmak olan işçilerin gerçek bir zaferi olarak kabul edildi. Bu talepler yönetici sınıfa dayatılmıştı. Bugün işçi sınıfı, yaşam koşullarının düzeltilmesini talep etmiyor. Sendikalar ve partiler tarafından sunulan reform programları, Devlet tarafından ortaya atılan programlara son derece benzemektedir. "Mekanik" olarak adlandırdığı topluma karşı çare olarak "katılımı" öneren, bizzat DeGaulle'ün kendisidir.

Öyle görünüyor ki, "uygarlığın krizi" (A. Malraux) adı verilen bu uzayan krizi idrak eden, yönetici sınıfın yalnızca bir fraksiyonu olmuştur. O zamandan beri istisnasız bütün örgütler, bütün sendikalar ve partiler, şu ya da bu şekilde, büyük reform programının peşinden gitmektedirler. F.K.P., kendi hükümet programına "gerçek katılımı" almıştır. Diğer büyük sendika olan C.F.D.T., işçi konseylerine taraftar olan aşırı sol tarafından da desteklenen öz-yönetimi savunmaktadır. Troçkistler ise, bir "işçi hükümetinin" asgari programı olarak "işçi kontrolünü" önermektedirler.

Bütün bu yönelişlerin merkezinde yatan, işçi ile ürünü arasındaki kopukluğa son verme girişimidir. Bu, sermayenin görüşünün "ütopik" bir ifadesidir ve komünizmle hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist "ütopya", sömürünün kötü yanını ortadan kaldırmaya çalışır. Komünist hareket, kendini, sermayenin biçimsel bir eleştirisiyle ifade edemez. O, çalışma koşullarının değiştirilmesini değil, çalışmanın işlevinin değiştirilmesini hedefler: o, değişim değeri üretiminin yerine, kullanım değeri üretimini koymak ister. Oysa sendikalar ve partiler tartışmalarını birincinin sınırları içinde, proletaryanın hiçbir yapıcı rol oynamadığı aynı program, sermayenin programı içinde sürdürürler. Proletarya, bırakın pratik politik faaliyetleri, onun durumuna ilişkin düzenlenen tartışmalara bile "katılmaz". O, kendi görevleri hakkında teorik araştırma yapmaya çalışmaz. Bu, proletaryanın büyük sessizlik dönemidir. Yönetici sınıfın, işçilerin arzularını kendi tarzında ifade etmeye çalışması bir paradokstur. Yönetici sınıfın bir kesimi, artı-değere el koymanın bugünkü koşullarının, ekonominin bütünsel fonksiyonlarına engel olduğunu anlamıştır. Bu kesimin bakışaçısı, pastayı, işçi sınıfının, sermayeden "kâr" etme umuduna kapılmasını sağlayacak ve "katılım" yoluyla daha fazla artı- değer üreteceği bir biçimde paylaştırmaktı. Sermayenin kendi yaşamını daha da uzatma rüyaları gördüğü bir aşamaya ulaşmış bulunuyoruz.2 Bunun mümkün olması için, kapitalizmin, bütün parazit sektörlerini, yani sermayenin artık yeterli artı-değer üretmeyen bölümlerini tasfiye etmesi gerekir.

1936'da, işçiler, toplumun diğer kesimleriyle aynı düzeye gelmeye çalışıyorlardı, bugün ise sermaye, ayrıcalıklı gelire sahip kesimlere, işçiler gibi hayatın genel koşullarına uymalarını bizzat empoze etmektedir. Katılım kavramı, değer formasyonunun ihtiyaçları tarafından empoze edilen sömürüye rağmen eşitliği imâ etmektedir. Böylece katılım, bir sefalet "sosyalizm"i olmaktadır. Kapitalizm, ayakta kalması için gerekli olan, fakat doğrudan değer üretmeyen sektörlerin anormal yüksek fiatlarını düşürmek zorundadır.

İşçiler mücadeleleri sırasında, maddi koşullarını düzeltme olanağının sınırlı olduğunu ve bunun bütünüyle sermaye tarafından planlanmış olduğunu farketmişlerdir. İşçi sınıfı, kapitalizmin sınırları içinde kendi yaşam koşullarını gerçekten değiştirecek bir programa artık temelden müdahale edemez. Yirminci yüzyılın ilk yarısındaki büyük işçi mücadeleleri, sekiz saatlik iş günü, haftada kırk saat çalışma, ücretli tatil, endüstriyel sendikacılık, iş güvenliği mücadeleleri gösterdi ki, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki ilişkiler, işçilerin "kapitalist" bir eylem düzenlemesine izin vermektedir. Bugün sermayenin kendisi reformları empoze etmekte ve ücretli emeğe rağmen eşitliği genelleştirmektedir. Bu yüzden işçi sınıfının hiçbir önemli bölümü, 1930'larda ya da bu yüzyılın başlarında olduğu gibi ortalama hedefler için mücadele etmeye istekli değildir. Fakat şurası da açıktır ki, komünist perspektif net olmadıkça, komünist bir temelde oluşmuş işçi örgütlenmeleri de olamayacaktır. Bu, komünist hedeflerin herkes için birdenbire net bir hale geleceği anlamına gelmemektedir elbette. İşçi sınıfının artı-değer üreten tek sınıf olduğu, dolayısıyla kapitalizmin krizinin odak noktası olan değer krizinin merkezinde yer aldığı ve diğer bütün sınıfları yıktığı gibi, kapitalizm içinde bir sınıf, kapitalizmin bir parçası olarak kendini de yıkacak organları biçimlendirdiği bir gerçektir. Komünist örgüt, yalnızca, burjuva ekonomisinin yıkımı ve değişim ilişkilerinin olmadığı bir insan topluluğunun yaratılması pratik sürecinde ortaya çıkacaktır.

Komünist hareket, kapitalizmin başından beri kendini sürekli ortaya koymuştur. Bu, sermayenin, neden kendi normal fonksiyonları için tehlikeli bulduğu herşeye karşı sürekli bir gözetim ve şiddet uyguladığını gösterir. Babeuf'un 1795'deki gizli ayaklanma girişiminden beri, işçi hareketi, gittikçe artan oranda şiddetle karşılaştı ve kapitalizmin, insanlığın vardığı en son nokta değil, insanlığın inkârı olduğunu gösteren uzun mücadeleler verdi.

Mayıs 68, pek bir pozitif sonuç elde edemese de, onun gerçek gücü, dayanıklı ilüzyonlar doğurmaması olmuştur. Mayıs "başarısızlığı", reformizmin başarısızlığıdır ve reformizmin sonu, kapitalizmin etkilerine karşı değil, onun kendisine karşı tamamen farklı düzeyde bir mücadeleyi doğurmuştur. 1968'de herkes "başka" bir toplum düşünüyordu. İnsanlar, genel öz-yönetim fikrinin ötesine nadiren geçiyorlardı. Yalnızca mücadeye liderlik edecek artı-değer üreten sınıf merkezde olduğunda gelişebilecek olan komünist mücadele dışında, diğer sınıflar yalnızca kapitalizmin sınıfları içinde düşünebilir ve davranabilirler ve bunları yalnızca sermayenin - hatta sermayenin kendi reforme ettiği biçimler içinde ifade ederler. Yine de bu kısmi eleştirilerin ve eleştirel ifadelerin arkasında, şu anda içine girmekte olduğumuz tarihi dönemin karakteristiği olan değer krizinin başlangıcını görebiliriz.

Bu fikirler gökten zembille inmez; onlar, hepimizde duygusal olarak var olan gerçek bir insan topluluğunun sendromları oldukları için her zaman ortaya çıkarlar. Ne zaman, ücretli emeğe dayanan bu sahte topluluk sorgulanır, o zaman sermayenin ihtiyaçlarının artık belirleyici olmadığı toplumsal yaşam biçimine doğru bir eğilim ortaya çıkar.

Mayıs 68'den beri komünist hareketin faaliyeti, giderek daha somut hale gelmiştir.
 

B) 1968'den Beri Grevler ve İşçi Mücadeleleri

II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda cereyan eden grevler -en önemlileri bile- kontrol altında tutulur ve bunları sürekli politik ve mali krizler izlemezken, geçtiğimiz birkaç yıl içinde, Fransa, İtalya, Britanya, Belçika, Batı Almanya, İsveç, Danimarka, İspanya, Portekiz ve İsviçre'de, endüstriyel isyanların, hatta ayaklanmaların yeniden canlandığı görüldü. Polonya'da işçiler, enternasyonal söyleyerek KP'nin merkezine saldırdılar. Bu süreç, hemen hemen bütün olaylarda aynıydı. Bir azınlık, kendi hedefleriyle bir hareket başlatır; kısa süre sonra hareket, aynı işletmedeki işçilerin diğer bölümlerine yayılır; insanlar örgütlenmeye gider (montaj bölümlerinde, atölyelerde işçi komiteleri, grev gözcüleri); sendikalar, işletme yönetimiyle görüşmeler yapmada tek yetkili organ olmayı becerirler; kimsenin formüle edemediği koşullarda, sendikalar, hoşlanılmayan, fakat kabul edilen birleştirici sloganlar ortaya attıktan sonra işçileri işe dönmeye ikna ederler. Grevin bu aşamasının ötesine giden tek hareket, şu anda devam etmekte olan, Polonya'daki Aralık 1970- Ocak 1971 grev ve isyanlarıdır.

Polonya'da vahşi bir şekilde meydana gelen şey, endüstriyel dünyanın geri kalanında ancak bir eğilim olarak mevcuttur. Polonya'da iktidarın sosyal krizi kontrol altında tutabileceği "karşı koyma" mekanizmaları yoktur. Yönetici sınıf, değer düzeni sürecini normal koşullarda sürdürmek için işçi sınıfına doğrudan saldırmak zorundadır. Polonya olayları, değer krizinin bütün endüstriyel bölgelere yayılma eğiliminde olduğunu ve işçi sınıfının da böyle bir krizin merkezinde yer aldığını göstermiştir.

Bu hareketin ortaya çıkması, emek gücünün ortalama satış bedelinin savunulmasını gerektirdi. Fakat hareket kısa sürede kendini başka bir alanda buldu: doğrudan kapitalist toplumun kendisiyle yüzyüze gelmek zorunda kaldı. İşçiler derhal, baskı organlarına saldırmak zorunda kaldılar. Parti ve sendika görevlilerine saldırıldı ve parti binası basıldı. Bazı şehirlerde tren istasyonları, askeri birliklerin gelmesi ihtimaline karşı koruma altına alındı. Hareket, kendi içinden bir görüşme organı yaratacak kadar güçlüydü: bir şehir işçi komitesi. Gierek'in şahsen tersaneye gitmek zorunda kalması, işçi sınıfının tam bir zaferi olarak ele alınmalıdır. Bir yıl önce, Fidel Castro, Şili'ye şahsen gitmek ve kalay madeni işçilerinden ("sosyalist") hükümetle işbirliği yapmalarını istemek zorunda kalmıştı. Polonya'da işçiler, taleplerini sunmak üzere merkezî hükümete temsilciler yollamadılar: görüşme yapmak için hükümet onların ayağına gelmek zorunda kaldı... işçilerin kaçınılmaz teslim oluşu.

Devletin şiddetiyle yüzyüze gelen işçi sınıfı, kendi şiddet organlarını oluşturdu. Hiçbir lider ayaklanmanın örgütleneceğini beklemiyordu: yıkıma girişen ayaklanmanın örgütlenişi, toplumun doğasının ürünüydü. Yine de, liderler (şehir işçi komitesi), ancak, hareket, durumun elverdiği en yüksek noktaya ulaştıktan sonra ortaya çıktılar. Bu görüşme organı, her iki tarafın da yalnızca tek bir çözüm kaldığını farketmelerinin ifadesinden başka bir şey değildi. Böyle bir görüşme organının özelliği, bu organda iktidar heyetinin bulunmamasıdır. O, daha çok, şu durumda pazarlık yapmanın ötesine gidemeyecek olan bir hareketin ulaşabileceği sınırı temsil etmektedir. Bir kere daha sermaye, reformları ileri sürdü, oysa işçi sınıfı, kendini pratikte red yoluyla ifade etmişti: işçi sınıfı, kendi pratik eylemi, iktidarın temelini yıkacak kadar güçlü olmadıkça, merkezi iktidarın önerilerini kabul etmek zorundaydı.

İşçi mücadeleleri, kendi diktatörlüğünü doğrudan sermayenin diktatörlüğüne karşı çıkartmak, onu, sermayeninkinden farklı bir temelde örgütlemek ve böylece, toplumun eylem yoluyla dönüştürülmesi sorusunu ortaya atmak durumundadır. Var olan koşullar genel bir saldırıya elverişli olmadığında ya da bu saldırı başarısız olduğunda, diktatörlüğün örgütlenmeleri dağılır, sermaye yeniden zafer kazanır, kendi mantığına göre işçi sınıfını yeniden örgütler, şiddeti orijinal hedeflerinden uzaklaştırır ve mücadelenin biçimsel yanlarını, onun gerçek içeriğinden ayırır. "Diktatörlük"le "demokrasi" arasındaki eski karşıtlığı ortadan kaldırmalıyız. Proletaryaya göre, demokrasi, kendini burjuva tarzda, bir parlamento biçiminde örgütlemek anlamına gelmez; onun için "demokrasi", bir şiddet eylemi aracılığıyla, onu kapitalizm içinde bir sınıf olarak kalmaya mahkûm eden ve kendini ifade etmesini önleyen bütün sosyal güçleri yıkmaktır. "Demokrasi", bir diktatörlükten başka bir şey değildir. Bu, her grevde görülebilir: grevin yıkıcı biçimi, "demokrasi"nin ta kendisidir. Hareket, karar organları ve eylem organları diye bölündüğü an, artık saldırı aşaması sona ermiş demektir. Hareket, sermayenin zeminine kaymıştır. Sendika "bürokrasisine" karşı işçi "demokrasisi", yüzeydeki görüntülere saldırmak ve tamamen farklı temelde cereyan işçi mücadelelerinin gerçek içeriğini gizlemek anlamına gelir. Demokrasi, artık sermayenin sloganıdır: o, insanın kendini reddetmesi olarak öz-yönetimi ileri sürer. Herkes, genel bir tartışmanın ardından, ne yapılacağına karar verecek bir oylamayla (resmi ya da gayri resmi) toplumun değişebileceği ilüzyonunu yayan bir programı kabul eder. Karar ve eylem arasındaki ayrılığı koruyarak, sermaye, sınıfların varlığını korumaya çalışır. Kim ki, böyle bir ayrılığı, köklerine inmeden, yalnızca biçimsel bir bakış açısından eleştirir, o, bu bölünmeyi ebedileştirmiş olur. Bir devrimin, inip kalkan ellerle başladığını hayal etmek bile zordur. Devrim, bir şiddet eylemi, sosyal ilişkilerin dönüşmesiyle ilerleyen bir süreçtir.3

1968'den beri cereyan eden grevlerin izahına girişmeyeceğiz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi değiliz ve konuya ilişkin çok sayıda kitap ve broşür yazılmış bulunuyor. Biz, yalnızca, bu grevlerin ortak paydalarının ne olduğunu ve bunların komünist beklentilerin gittikçe daha somut bir şekilde ortaya çıktığı bir dönemin işareti olduklarını göstermek istiyoruz.

Biz, endüstriyel toplumu, "gelişmiş" ve "geri" sektörler diye farklı sektörlere bölmeyiz. Bazı farklılıkların gözlendiği bir gerçektir, fakat bu farklılıklar, her birinde "öncü" ve "artçı" mücadeleler arasındaki gerçek farklılıkların görülemediği bu grevlerin doğasını artık bizden gizleyemez. Bu grevler gittikçe daha az oranda yerel etkenler ve gittikçe daha fazla oranda kapitalizmin uluslararası koşulları tarafından belirlenmişlerdir. Bu anlamda, Polonya grev ve isyanları, uluslararası koşulların ürünüdür; doğu ile batı arasındaki ilişkiler, insanların milli marşı değil, enternasyonali söyledikleri bu olayların kökünü oluşturur. Batı ve doğu sermayesi, kendi işçilerinin sömürüsünü sürdürmekte ortak çıkarlara sahiptirler. Ve görece az gelişmiş "sosyalist" kapitalizmler, daha modern batılı komşularıyla rekabet edebilmek için sıkı bir kapitalist verimliliği sağlamak zorundadırlar.

Komünist mücadele, verili bir yerde başlar, fakat onun varlığı tamamen yerel etkenlere bağlı değildir. O, doğduğu yerin sınırlarına göre hareket etmez. Yerel etkenler, hareketin hedefleri açısından ikincil kalırlar. Bir mücadele kendini yerel koşullarla sınırladığı an, kapitalizm tarafından derhal yutulur. İşçi mücadelelerinin ulaştığı düzey, yerel etkenler tarafından değil, fakat kapitalizmin global koşulları tarafından belirlenir. Sınıf, kendini toplumun yükselen devrimci çıkarlarına yoğunlaştırdığı an, derhal, herhangi bir aracı olmaksızın, devrimci faaliyetin hedef ve içeriğine uygun koşulları bulur: düşmanlarını ezer ve mücadelenin ihtiyaçlarının dayattığı kararları alır; eyleminin sonuçları onu daha ileri gitmeye zorlar.

Burada bütün grevlerden söz etmiyoruz. İşçi sınıfının devrimci olmadığı zaman sermayenin bir parçası, kapitalizmin bir sınıfından ibaret olduğu bir kapitalist toplum söz konusudur. Parti ve sendika aygıtları, kapitalist hedefler uğruna, işçi sınıfının önemli bölümlerine hâlâ liderlik edebilmekte ve kontrol edebilmektedirler (Fransa'da 60 yaşında emekli olma hakkı gibi). Grev oylamaları ve çok sayıda grev, sendikalar tarafından sınırlı hedeflerle örgütlenmektedir. Gerçi, en büyük grevlerin insiyatifinin sendikalardan gelmediği açıktır ve bizim burada sözünü edeceğimiz, bu grevlerdir. Endüstriyel toplum, ne farklı sektörlere bölünmüştür, ne de işçi sınıfı, genç ve yaşlı, yerli ve yabancı ya da göçmen, kalifiye ya da kalifiye olmayan diye bölünmüştür. Biz her türlü sosyolojik açıklamaya karşı değiliz; bu gerekli olabilir, ama bizim buradaki hedefimiz bu değildir.

Proletaryanın kapitalist toplumdan nasıl koptuğunu incelemeye çalışalım. Kesinlikle böyle bir yöntem, merkezî bakış açısını oluşturacak. Biz, işçi sınıfını, statik bir bakış açısından değil, onun değere karşı olmasına dayanarak tahlil ettiğimizden, işçi sınıfının sosyolojik tahlilini kabul etmiyoruz. Sermayeden kopuş, değişim değerini, yani emeğin bir emtia olarak varlığını ortadan kaldırır. Bu hareketin merkezi ve bu yüzden de liderliği, değer üreten toplumun parçası olmak zorundadır. Aksi taktirde, bu, değişim değerinin artık var olmadığı ve bizim şimdiden kapitalist aşamanın ötesine geçtiğimiz anlamına gelecektir. Aslında, hareketin özünün derindeki anlamı, periferideki, üretim değerinin dış çeperindeki mücadelelerle kısmen gizlenir. Başka yerde cereyan eden gerçek mücadelenin, öğrencilerin mücadelesiyle maskelendiği Mayıs 1968'deki durum tam da budur.

Aslında dış çeperdeki mücadeleler (yeni orta sınıflar), görünüşte bizden hâlâ gizlenen daha gerin bir krizin yalnızca işaretidir. Değer krizinin canlanması, sermaye için, rasyonalize edilme ihtiyacının ifadesidir ve bu yüzden, kendilerini en az koruyabilen geri sektörlere saldırıyla ortaya çıkar; bu, işsizliği arttırır ve çok sayıda kaybedecek bir şeyi olmayan insanın ortaya çıkmasına yol açar. Fakat onların işe karışması, değişim değerini ortadan kaldıracak olan üretici işçilerin oynayacağı tayin edici rolün unutulmasına yol açmamalıdır.
 

C) Grevlerin, En Can Alıcı İki Özelliği

Bir yandan, grevin insiyatifi, öz-örgütlenmeye sahip işçilerden gelirken, diğer yandan da, sendikalarda örgütlenen işçi fraksiyonu grevi sona erdirme insiyatifi gösterir. Bu insiyatifler, birbirlerine karşıt iki hareketi ifade ettiklerinden çatışma halindedirler. Bir greve, sona erdirilmesinden daha yabancı bir şey yoktur. Bir grevin sona erdirilmesi, gerçeklik fikrinin ilüzyonlar tarafından yenilgiye uğratıldığı sonu gelmez görüşmelerin başladığı andır; sendika görevlilerinin konuşma tekelini ellerini geçirdikleri çok sayıda toplantı yapılır; genel oturumlar gittikçe daha az, daha az insanı çeker ve sonunda işe başlama yönünde oy kullanılır. Grevin sona ermesi, işçi sınıfının yeniden sermayenin kontrolüne girdiği, yeniden atomlaştırıldığı, bireyler haline getirildiği, sermayeye karşı direnebilen bir sınıf olmaktan çıktığı andır. Bir grevin sona ermesi, pazarlıklara girişilmesi, hareketin kontrol edilmesi ya da onun, yerini, "sorumlu" örgütlere, sendikalara bırakması anlamına gelir. Bir grevin başlaması ise tam tersi anlama: ayrıca işçi sınıfının eyleminin, biçimcilikle âlâkası yoktur. Hareketi desteklemeyen, isterse yönetici, ustabaşı, menajer, bölüm temsilcisi ya da sendika görevlisi, kim olursa olsun, bir kenara itilir. Menajerler hapsedilir, sendika binaları, yerel koşullara bağlı olarak binlerce işçinin saldırısına uğrar. Limbourg'daki (Belçika, 1970 kışı) grev sırasında, sendika merkezleri, işçilerin saldırısına uğradı. Harekete engel olan herşey yıkıldı. Burada "demokrasi"ye yer yoktu: tersine, herşey son derece açıktı ve tartışmayla zaman kaybedilmeden bütün düşmanlar altedilmeliydi. Bu saldırı anında büyük miktarda bir enerji ortaya çıktı ve onu hiçbir şey durdurabilecek gibi görünmüyor.

Bu aşamada, aşikâr bir olguyu dikkate almamazlık edemeyiz: grevin başlangıcındaki enerji, görüşmelere girişilmesiyle bütünüyle ortadan kalkmış gibidir. Daha da önemlisi, bu enerjinin, grev için ileri sürülen resmi nedenlerle ilgisi yok gibidir. Eğer bir kaç düzine adam bir grevde binlerce işçiyi, kendi talepleri temelinde bir araya getirebilmişlerse, onlar yalnızca bir çeşit dayanışma nedeniyle başarılı olmamışlar, fakat topluluğu acilen pratiğe soktukları için başarılı olmuşlardır. Şu en önemli noktayı da belirtmeliyiz ki, bu hareket, herhangi bir özel talep ileri sürmemiştir. Proletaryanın pratikte soracağı soru, onun şu andaki sessizliğidir. Proletarya, kendi hareketlerinde, herhangi bir özel talep ileri sürmez: bu, bu hareketlerin, neden zamanımızın ilk komünist faaliyetleri olduğunu açıklar.

Kapitalizmden kopma sürecinde önemli olan, işçi sınıfının artık kısmi ve özel reformlar yolunda talepler ileri sürmemesidir. Böylece işçi sınıfının bir sınıf olma durumu sona erer, çünkü o, artık özel sınıf çıkarlarını savunmamaktadır. Bu süreç, koşullara bağlı olarak farklılıklar gösterir. Hareketin en ileri noktaya vardığı Polonya göstermiştir ki, bu sürecin ilk adımı, işçi sınıfı içindeki kapitalist baskı organlarının (başta sendikalar) dağıtılmasıdır; bundan sonraki adım, işçi sınıfının, sınıfın dışındaki baskı organlarına karşı (silahlı kuvvetler, polis, milis) kendini korumak üzere örgütlenmesi ve onları yıkmaya girişmesidir.

Sendikaların Devlet aygıtının parçası olduğu Polonya'daki özel koşullar, işçi sınıfını, aralarında bir fark olmadığından, sendikalarla devlet arasında bir fark gözetmemeye zorlamıştır. Sendikalarla devlet arasındaki birleşme, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde, net bir şekilde gözükmeyen belli bir evrimi gerektirmiştir. Bir çok durumda, sendikalar, işçilerle devlet arasında hâlâ bir tampon rolü oynamaktadırlar. Fakat, radikal mücadele, gittikçe artan bir şiddette sendikalara ve işçi sınıfının sendikalarca domine edilen kesimlerine saldıracaktır. İşçilerin, kendi çalışma koşullarını ve haklarını savunmak için sendikalar kurdukları dönem çoktan geçmiştir.

Modern toplumun koşulları, işçi sınıfını, herhangi bir özel talep ileri sürmemeye zorlamaktadır. Sermayenin örgütlediği ve hoşgörüyle karşıladığı tek topluluk, ücretli emek topluluğudur: sermaye başka herşeyi yasaklama eğilimindedir. Sermaye, artık insanların birbirleriyle bütün ilişkilerini domine etmektedir. Şurası gittikçe net bir şekilde görülmektedir ki, özel bir ilişkiyle sınırlı her kısmî mücadele, kendini, insanlar arasındaki bütün ilişkiler sistemine, sermayeye karşı genel bir mücadeleye dönüştürmek zorundadır. Aksi taktirde o, ya sistemle bütünleşecek ya da yıkılacaktır.

1971 sonundaki Paris otobüs ve metro işçileri (R.A.T.P.) grevinde, metro sürücülerinin kararlı tutumu, olayı, belli bir kesim işçinin grevi olmaktan, tamamen farklı bir harekete dönüştürdü. Bu hareketin içeriği, insanların düşüncelerine bağlı değildir. Sürücülerin tavrı, onların R.A.T.P. yönetimiyle ve sendikalarla ilişkilerini dönüştürdü ve bu çatışmanın gerçek doğasını net bir şekilde açığa vurdu. Devlet, sendikaların baskısı altında, sürücüleri geri döndürmek için bizzat müdahale etmek zorunda kaldı. Sürücüler, buna inansınlar ya da inanmasınlar, grev artık onların değildi; grev, sendikaların, resmen işçilere karşı gerekli zorlama organları, normal düzeni teessüs etmekle görevli organlar olarak tanındıkları bir kamusal yargılamaya dönüştü. Öncelikle, kapitalizmin şimdiye kadarki güçlü gelişmesini anlamadıkça, işçi sınıfının "sessizliğinin" önemini anlamak mümkün değildir. Bugün, sendikalar tarafından kontrol altında tutulan grevlerin sona ermesinin kaçınılmaz olduğu normal kabul edilmektedir. Bu, devrimci hareketin herhangi bir zayıflığına delalet etmez. Tersine, başarılı olmanın kısmi taleplere izin vermediği bir durumda, grevi sona erdirecek bir organın olmaması normaldir. Nitekim, bir özel talepler programı üzerinde, sendikaların dışındaki işçi sınıfı fraksiyonlarını bir araya getiren işçi örgütlenmelerinin ortaya çıktığını görmüyoruz. Zaman zaman, mücadele sırasında işçi grupları oluşmaktadır ve onlar sendikalarınkine karşı kendi taleplerini ileri sürmektedir, fakat yakaladıkları fırsatlar, bizzat onların uzun bir süre var olmasına izin vermeyen koşullar tarafından yok edilmektedir.

Eğer bu gruplar varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, fabrikaların sınırlamalarının dışında hareket etmek zorundadırlar, aksi taktirde sermaye tarafından şu ya da bu şekilde yıkılacaklardır. Bu grupların ortadan kalkması, hareketin radikal doğasının göstergelerinden biridir. Eğer onlar örgüt olarak varlıklarını devam ettirirlerse, radikal karakterlerini yitirirler. Bu yüzden sürekli olarak ortadan kalkacak ve daha sonra, daha radikal bir biçimde yeniden doğacaklardır. İşçi gruplarının, bir çok deneyden ve başarısızlıktan sonra, kapitalizmi alaşağı edebilen güçlü bir örgüt biçiminde, sonunda başarılı olacağı fikri, kısmî bir eleştinin giderek radikal bir harekete dönüşeceği burjuva fikrinin bir benzeridir. İşçi sınıfının faaliyeti, deneylerden çıkmaz ve doğasına göre hareket etmek zorunda olan sermayenin genel koşullarından başka bir "hafıza"ya sahip değildir. O, deneylerinden öğrenmez; bir hareketin başarısızlığı bizzat onun sınırlılıklarını göstermek için yeterlidir.

Komünist örgüt, kapitalizmi komünizme dönüştürmek için gerekli pratikten çıkacaktır. Komünist örgüt, komünizme geçiş örgütüdür. Burada, zamanımızla daha önceki dönem arasında temel bir ayrılık yatmaktadır. Rusya'da ve Almanya'da, 1917 ve 1920 yılları arasında cereyan eden mücadelelerde, hedef, pre-komünist toplumu örgütlemekti. Rusya'da, işçi sınıfının radikal kesimleri, işçi sınıfının diğer kesimlerini ve hatta yoksul köylü kesimlerini kazanmaya çalıştı. Radikal unsurların izole olması ve kapitalizmin genel koşulları, bütün sömürülen sınıfları birleştiren bir program olmaksızın, bütün toplumu pratikte dönüştürmeyi tasarlamayı onlar açısından imkansız hale getirdi. Bu radikal unsurlar, sonunda ezildiler.

Zamanımızla geçmiş arasındaki farklılık, üretici güçlerin hemen hemen bütün kıtalarda büyük bir gelişme göstermesinden ve proletaryanın nicelik ve niteliksel olarak gelişmesinden ileri gelir. İşçi sınıfı şimdi çok daha fazla sayıdadır4 ve son derece gelişmiş üretim araçları kullanmaktadır. Bugün komünizmin koşulları, sermayenin kendisi tarafından geliştirilmektedir. Proletaryanın görevi, kapitalistlerin reaksiyoner kesimlerine karşı ilerici kesimlerini artık desteklememektir. Kapitalist iktidarın yıkımı ile komünizmin zaferi arasındaki, devrimci iktidarın komünizmin koşullarını yarattığı geçiş dönemi ihtiyacı da ortadan kalkmıştır. Bu yüzden, işçi sınıfının radikal ve radikal olmayan kesimleri arasında aracılık yapacak bir komünist örgüte de gerek kalmamıştır. Başlıca mücadeleler sırasında komünist programı destekleyen bir örgütün ortaya çıkamaması gerçeği, kapitalizmdeki yeni bir sınıf ilişkisinin ürünüdür.

Örneğin, 1936 Fransa'sında, sermayenin direnişi o kadar güçlüydü ki, işçilerin istediklerini alabilmeleri için bir hükümet değişikliği zorunluydu. Bugün reformlar için gerekli insiyatifi hükümetler göstermektedir. Kapitalist hükümetler, üretimin başarısı açısından gerekli olan, işçilerin kendi örgütlenmeleri için koşullar yaratmaya çalışıyorlar (katılım, öz-yönetim). Çağdaş ekonomi, gittikçe daha fazla planlamayı gerektiriyor. Plan dışında herşey, sosyal uyum için bir tehdittir. Bu planlamanın dışındaki herşey, toplum dışı ve yıkılması gereken bir şey olarak görülüyor. Grevler ya da ayaklanma girişimleri gibi kitlesel mücadelelerin olmadığı dönemlerde belirli işçi faaliyetlerini analiz ederken bunu aklımızda tutmalıyız. Planın sınırları içinde kalmak (üretim anlaşması, toplu sözleşme vb.) istediklerinde, sendikalar, (a) işçi mücadelelerinden yararlanmak ve onları kontrol etmek ve (b) sabotaj, iş durdurma gibi çok sayıda eyleme karşı çıkmak zorundadırlar.
 

D) Zararı Telafi Edilemez Eylem Biçimleri: Sabotaj ve iş Durdurma

Birleşik Devletlerde yıllarca uygulanan sabotaj, şimdi de İtalya ve Fransa'da gelişiyor. 1971'de, Fransa'daki demiryolu grevi sırasında C.G.T. sabotajı ve "sorumsuz" unsurları resmen kınadı. Bazı makineler bozulmuş ve bazılarına da zarar verilmişti. Daha sonra, 1971 baharındaki Renault grevinde çeşitli sabotaj eylemleri, topluca duran araçlara zarar verdiler. Sabotaj hızla yayıldı. Gelişmemiş bir olgu olarak her zaman var olan iş durdurma, artık yaygın bir pratik haline gelmişti. Bu eylem biçimi, emek pazarına gelen genç işçiler ve otomasyon sayesinde büyük bir artış gösterdi. Buna, bazı firmaları ciddi biçimde endişelendiren işten kaçma oranının yükselişi eşlik etti.

Bunlar, kapitalizmin tarihinde yeni olaylar değildir. Yeni olan, onların cereyan ettikleri koşullardır. Bunlar aslında, derindeki bir sosyal hareketin yüzeydeki göstergeleri, şu andaki toplumdan kopuş sürecinin işaretleridir. Yirminci yüzyılın başlarında sabotaj, patronları, sendikaların varlığını kabul etmeye zorlayan bir baskı aracı olarak kullanılırdı. Fransız devrimci sendikalist Pouget, bunu, Sabotaj adlı bir broşürde incelemiştir. O, 1895'deki bir işçi kongresindeki bir işçinin konuşmasını aktarmaktadır:

"Patronların, bizim yardımlaşma derneğimizi reddetmeye hakları yoktur. Eğer onlar bizim taleplerimizi tartışmayı bile reddederlerse, o zaman biz de, bizi dinleyecekleri zamana kadar "Go Canny" taktiklerini pratiğe koyarız."

Pouget ekliyor: "Burada "Go Canny" taktiklerinin, yani 'sabotaj' taktiklerinin net bir tanımı vardır: KÖTÜ ÜCRETE KÖTÜ ÇALIŞMA."

"İngiliz arkadaşlarımız tarafından kullanılan bu eylem çizgisi, sosyal pozisyonumuz İngiliz kardeşlerimizle benzer olduğundan, Fransa'da da uygulanabilir."

Sabotaj, işçiler tarafından, varlıklarını kabul ettirmek için, patrona karşı kullanıldı. O, konuşma özgürlüğünün bir yolu oldu. Sabotaj, işçi sınıfını, kapitalist toplumda yeri olan bir sınıfa dönüştürmeye çalışan bir hareket olarak uygulandı. "İş durdurma," iş koşullarını iyileştirme girişimiydi. Sabotaj, bir pervasızlık ve toplumun bütünüyle ve doğrudan reddi olarak ortaya çıkmadı. "İş durdurma," kapitalizmin etkilerine karşı bir mücadeleydi. Bu tür mücadelelerin sınırlılıklarını ve sermayenin onları masedebilmesinin koşullarını inceleyen bir diğer araştırma gerekli olacaktır. Bu mücadelelerin sosyal önemi, onlardan "modern reformizm"in temeli olarak söz edilmesini mümkün kılmaktadır. "Reformizm" sözcüğü, teoride, kapitalist sistem tarafından tamamen masedilebilen bu eylemleri kapsayacak şekilde kullanılabilir. Oysa bugün üretimin normal faaliyeti için bir belâ olan bu eylemler, yarın üretim için iyi bir bağlantı olabilecektir. "İdeal" bir kapitalizm, üretim koşullarının öz-yönetimini tolere edebilir: firma, normal bir kâr elde ettiği sürece, işin örgütlenmesi, işçilere bırakılabilir.

Kapitalizm, özellikle İtalya, Birleşik Devletler ve İsveç'te (Volvo)5, şimdiden bazı somut deneylere girişmiş bulunmaktadır. Fransa'daki sol kanat "liberal" örgütler olan P.S.U., C.F.D.T. ve Sosyalist Parti'nin sol kanadı, bu kapitalist eğilimin ifadesi olarak ele alınabilirler. Bir süre için, bu hareket, ne kendine vzgü bir reformizm, ne de anti-kapitalist olarak tanımlanamaz. Şu nokta belirtilmelidir ki, bu "modern reformizm" genellikle sendikalara karşı yönelir. Onun, kapitalist üretim üzerindeki sonuçlarını tanımlamak henüz zordur. Şu ana kadar bütün görebildiğimiz, bu mücadelelerin, sendikaların geleneksel sınırları dışında harekete geçme ihtiyacı duyan işçi gruplarını çektiğidir.

"İş durdurma hareketi", bizim yaptığımız gibi tanımlanabilirse de, sabotaj farklıdır. İki çeşit sabotaj vardır: (a) makine ya da işin ürettiği ürünü tahrip eden sabotaj, (b) ürüne kısmen zarar vererek onu tüketilemeyecek hale getiren sabotaj. Sabotaj, bugün, ne sendikalar tarafından kontrol altına alınabilmektedir, ne de üretim tarafından masedilebilmektedir. Fakat sermaye, sabotajı, denetleme sistemini geliştirerek ve dönüştürerek önleyebilir. Bundan dolayı, sabotaj, sermayeye karşı mücadele biçimi olamaz. Diğer yandan, sabotaj, bireyin refleksidir: birey, ona tutkuyla boyun eğer. Birey, emek gücünü satmak zorunda olsa da, "çılgın"ca işler yapar, yani yaptığı, "rasyonalle" (birisinin emek gücünü satması ve buna göre çalışması) kıyaslandığında irrasyoneldir. Bu "çılgınlık," emek gücünün, bir emtia olmasına rıza göstermeyi reddetmeyi de içerir. Birey, ikiye bölünmüş bir varlık olarak kendinden nefret eder; yalnızca sermaye yoluyla var olan yıkıcılık ve şiddet yoluyla ikiye bölünen varlığını birleştirmeye çalışır.

Bu eylemler bütün ekonomik planlama sınırlarının dışında olduğundan "mantık" sınırlarının da dışındadırlar. Gazeteler, sürekli olarak onları "anti-sosyal" ve "çılgın" olarak tanımlarlar: toplum onu bastırmaya çalışarak tehlikenin öneminin farkında olduğunu gösterir.6 Hıristiyan ideoloji, işçilerin sosyal eşitsizlikten acı çektiklerini kabul etmektedir; bugün, kapitalist ideoloji, ücretli emek adına eşitliği empoze etmekte, fakat ücretli emeğe karşı herhangi bir muhalefeti tolere etmemektedir. Tecrit edilmiş birey, sermayeye tamamen boyun eğdirilmesine yol açan pratik sürece fizikî bir direniş göstererek bu boyun eğmenin gittikçe daha dayanılmaz hale geldiğini gösterme ihtiyacı hissetmektedir. Yıkıcı davranışlar, sosyal topluluğun tek biçimi olarak ücretli emeğin aracı olmasını yıkma girişiminin bir parçasıdır. Proletaryanın sessizliğinde, sabotaj, insanca konuşmanın ilk pepelemeleri olarak ortaya çıkar.

"İş durdurma" olsun, sabotaj olsun, her iki faaliyet de, bu faaliyetlerin yer aldığı yerlerde çalışan işçiler arasında önemli bir fikir birliğini gerektirir. Bu da şunu gösterir ki, biçimsel ya da resmi örgütlere rağmen, yeraltında, anti-kapitalist temelde bir ilişkiler ağı mevcuttur. Böyle bir ilişkiler ağı, faaliyetin önemine göre şu ya da bu ölçüde dayanıklıdır ve anti-kapitalist eylemin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkar. "Yıkıcı" pratik (ve bu yüzden de teorik) eylemin dışında, bu yıkıcı görevler çevresinde toplanmış grupların dağılması normaldir. İkincil olarak anti- kapitalist, fakat birincil olarak aldatıcı olan bir faaliyetin sonucunda, genellikle bir "sosyal topluluk" ilüzyonu geliştirme ihtiyacı duyulur. Bir çok durumda bu gruplar, bir politik eksen etrafında toplanılarak sona erdirilirler. Fransa'da, "Lutte Ouvriére," C.F.D.T.'nin çok sayıda sendika şubesi ya da Maoist gruplar gibi örgütler çevresinde toplanan işçi çekirdekleri vardır. Bu, Troçkist, Maoist ya da C.F.D.T.'ninki gibi fikirlere sahip bazı azınlıkların, işçiler arasında zemin bulduğu anlamına gelmemekle birlikte, bazı işçi azınlıklarının tecrit edilmişliklerini kırmaya çalışmaları gayet normaldir. Her halükârda, anti-kapitalist ilişkiler ağının dağılması ve faaliyetin sona ermesi, işçi sınıfının sermaye tarafından, sermaye adına yeniden örgütlenmesi anlamına gelir.

Kısaca, komünist hareket, onun pratik faaliyetlerinin dışında mevcut değildir. Komünist içerikli bir sosyal düzensizliğin dağılmasına, onu örgütleyen bütün ilişkiler sisteminin dağılması eşlik eder. Demokrasi, mücadelelerin, "ekonomik" ve "politik" mücadeleler diye bölünmesi, sosyalist "bilinçli" bir öncünün biçimlenmesi, geçmiş günlerin ilüzyonlarıdır. Hareket tarafından yaratılan ve hareketin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkan örgütsel biçimlenmelerin dağılması, hareketin zayıflığını değil, tersine güçlülüğünü gösterir. Sahte muharebeler devri geçmiştir. Tek gerçek çatışma, kapitalizmin yıkımına yol açan çatışmadır.
 

E) Komünist Perspektiften Parti ve Sendika Faaliyetleri

1) Emek pazarında, sendikalar, emek gücünün mübadelesinde gittikçe artan oranda tekel haline gelirler. Kendini birleştirdiği zaman sermaye, emek gücünün satılma koşullarını da birleştirir. Üretimin modern koşullarında, emek gücünün bireysel sahibi, yaşamak için yalnızca onu satmaya zorlanmaz, aynı zamanda emek gücünü satan diğerleriyle bir araya gelmek zorundadır. Sosyal barışı sağlamalarının karşılığında, sendikalar, kiralanan emeği kontrol etme hakkını elde ederler. Modern toplumda, işçiler, eğer emek güçlerini satmak istiyorlarsa, giderek artan ölçüde sendikalara katılmaya zorlanırlar.

Bu yüzyılın başında, sendikalar, işçilerin, emtialarının ortalama satış fiatını savunmak için bir araya gelmelerinin ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu sendikalar, I. Dünya Savaşında, doğrudan ya da dolaylı, savaşı destekleyerek devrimcilikle bir ilgilerinin olmadığını göstermiş oldular. İşçiler, kapitalist toplum içinde bir sınıf olarak var olmak için savaştıkları sürece, sendikaların devrimci bir işlevi olamaz. Almanya'da, 1919-1920 ihtilalci karışıklıkları sırasında, sendika üyeleri, ekonomik haklarını, kapitalizme karşı mücadelenin içeriğine uygun bir şekilde savunan örgütlenmelere gittiler.7 Bir devrimci dönem olmadıkça, işçi sınıfı, sermayenin, sendikalar tarafından temsil edilen bir fraksiyonundan başka bir şey değildir. Sermayenin diğer fraksiyonları (endüstriyel ve mali sermaye), tekeller halinde örgütlenirken, değişken sermaye olarak işçi sınıfı da, temsilcisi olan sendikaları bir tekel olarak örgütler.

2) Sendikalar, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, emek gücünü savunan örgütler olarak gelişme gösterdiler. Bu, özellikle, Birleşik Devletler'deki L.A.F.'ın yükselişinde net bir şekilde görülebilir. II. Dünya Savaşına kadar (ya da Birleşik Devletler'de, 1930'larda C.I.O.'nun doğuşuna kadar) sendikalar, işçi sınıfının görece ayrıcalıklı kesimlerinin desteğiyle büyüdüler. Bu, onların, en çok sömürülen tabaka üzerinde bir etkileri olmadığı anlamına gelmemekle birlikte, bu etki yalnızca, kalifiye tabakanın çıkarlarıyla uyum içindeyse mümkündü. Modern ve otomat endüstrinin gelişmesiyle, teknisyenler, üst düzeyde kalifiye işçilerin yerini almaya başladılar. Bu teknisyenler, aynı zamanda kalifiye olmayan işçi kitlelerini kontrol altında tutma ve onları gözleme fonksiyonunu da yerine getiriyorlardı. Bu yüzden sendikalar, kalifiye özellikleri ortadan kalkan önemli işçi kesimlerini kaybederken, bu yeni teknisyenler tabakasını üye kaydetmeye giriştiler.

3) Sendikalar, sermaye haline gelen iş gücünü temsil ederler. Bu onları, sermayeyi değerlendirebilen kurumlar olarak ortaya çıkmaya zorlar. Bu sendikalar, "onların" iş gücünü kontrol altında tutmak istiyorlarsa, kendi gelişme programlarını endüstriyel ve mali sermayeninkilerle birleştirmek zorundadır. Değişken sermayenin, iş gücü biçimindeki sermayenin temsilcileri, şu anda iktidarda olan sermaye fraksiyonlarının temsilcileriyle eninde sonunda birleşmek zorundadırlar. Liberal burjuvaziden, teknokratlardan, sol politik gruplardan ve sendikalardan oluşan hükümet koalisyonu, kapitalizmin evriminin bir gereği olarak ortaya çıkar. Sermayenin kendisi, değişken sermayeyi değerlendirebilen ekonomik önlemleri ileri sürme becerisine sahip güçlü sendikalara ihtiyaç duyar. Sendikalar, işçi sınıfının programına ihanet etme anlamında "hain" değillerdir: onlar kendileriyle tutarlılık içindedirler ve kendi kapitalist doğasını reddetmediği sürece işçi sınıfıyla aralarında bir uyumsuzluk söz konusu değildir.

4) İşçi sınıfı ile sendikalar arasındaki ilişkide anlamamız gereken budur. Kapitalist toplumdan kopuş süreci başladığı zaman, sendikaların ipliği pazara çıkar; fakat bu süreç sona erer ermez, işçi sınıfı, sermaye, yani sendikalar tarafından yeniden örgütlenmekten kurtulamaz. İşçi sınıfında "sendikalist" ilüzyonlar olmadığı söylenebilir. Olan sadece, işçi sınıfının kapitalist, yani "sendikalist" örgütlenmesidir.

5) İtalya'da, sendikalarla patronlar arasındaki ilişkilerin bugün geldiği nokta, söylenenleri açıklamaktadır. İtalyan sendikalarının evrimi yakından gözlenmelidir. Fransa ve İtalya gibi (Birleşik Devletlerle kıyaslandığında) görece geri bölgelerin (ekonomik bakış açısından) ekonomik modernizasyonunun etkilerinin, sermayenin en modern eğilimlerine eşlik etmesi normaldir. İtalya'da olanlar, başka ülkelerdeki gelişmelerin bir çok bakımdan işaretidir.

İtalya'daki durum, Fransa'dakini anlamakta bize yardımcı olur. Fransa'da, C.G.T. ve F.K.P., işçi mücadelelerine karşı reaksiyoner bir direnişe geçtiler, oysa İtalya'da, C.G.I.L. ve İ.K.P. kendilerini yeni durumda yeniden şekillendirebildiler. Bu, Fransız "Mayıs"ı ile, İtalyan "Mayıs"ı arasındaki farklılığın nedenlerinden biridir. Mayıs 1968 aniden meydana geldi ve kolayca anlaşılamadı. İtalya'da durum daha yavaş ilerledi ve eğilimlerini sonunda açığa vurdu.

İlk aşama, 1968'den 1971 kışına kadar devam etti. Belirleyici öğe, sendikaların ve politik örgütlerin etkisinden bağımsız işçi mücadelelerinin doğuşuydu. Fransa'daki gibi işçi eylem komiteleri kuruldu, yalnızca önemli bir farkla: Fransa'dakilerin, sendikaların gücüyle hızla fabrikaların dışına sürülmeleri, onları pratikte, fabrika sınırları hakkında ilüzyona kapılmamaya zorladı. Genel durumun onlara daha ileri gitmek için izin vermediği noktada ise ortadan kalktılar. Öte yandan, İtalya'da, işçi komiteleri, başlangıçta kendilerini fabrika içinde örgütleyebildiler. Ne patronlar, ne de sendikalar onlara karşı çıkamadılar. Bir çok komite, fabrikaların içinde birbirinden kopuk bir şekilde kuruldu ve hepsi bant sistemini sorgulamaya ve sabotaj örgütlemeye başladı.

Bu, aslında ücretli emeğin eleştirisinden bir uzaklaşmaydı. Aşırı sol grupların (goşistler) faaliyetlerinin İtalyan hareketindeki önemi özellikle kaydedilmelidir. Onların bütün faaliyeti, hareketi, gerçek içeriğini göstermeksizin biçimsel görünüşleriyle sınırlamaktan ibaretti. Onlar, işçi örgütlerinin "otonomisi"nin, onların desteklenmesi ve geliştirilmesi için yeterli devrimci özellik olduğu ilüzyonuna yol açtılar. Ne kadar biçimsel şey varsa göklere çıkardılar. Fakat komünist olmadıkları için, bant sistemine karşı mücadelenin arkasındaki fikri ve ücretli emeğe karşı mücadeleye yol açan işçi koşullarını açıklamaları mümkün değildi.

İşçi mücadelesi doğrudan bir direnişle karşılaşmadı. Aslında bu durum, onu silahsızlandırdı. Bu, kapitalist toplumun koşullarının benimsenmesinden başka hiçbir şeye yol açmadı. Sendikalar, işçi hareketini kontrol altında tutmak için, kendilerince, yapılarını değiştirdiler. C.G.I.L.'nin liderlerinden biri olan As Trentin, "sendikayı baştan aşağı dönüştürmeye ve yeni tipte bir taban demokrasisi başlatmaya" karar verdiklerini söyledi. Son zamanlardaki mücadelelerde ortaya çıkan "otonom" komiteleri örnek alarak fabrika örgütlenmelerini yeniden biçimlendirdiler. Endüstriyel çekişmeleri kontrol etme yetenekleri, sendikaları, işçileri işe döndürebilecek tek güç haline getirdi. Fiat gibi bazı büyük şirketlerle görüşmeler cereyan etti. Bu görüşmelerin sonucunda, sendika, iş örgütlenmelerine ( zaman ve hareket, iş önlemleri vb.) müdahale etme hakkını elde etti. Fiat yönetimi artık, Belçika'da uygulanmakta olduğu gibi, sendika aidatlarını işçi ücretlerinden kesmektedir. Aynı zamanda, U.I.L (Sosyalist) C.I.S.L. (Hristiyan-Demokrat) ve C.G.I.L. (İKP) gibi en büyük sendikalar arasında, birleşme yönünde ciddi çabalar söz konusudur.

NOT: İtalyan örneği, sendikaların, sermayenin diğer fraksiyonlarıyla artı-değer üretiminin koşullarını tartışan tekeller olma eğilimini net bir şekilde ortaya koymaktadır. İşte, devletin sahibi olduğu I.R.'nin başkanı Petrilli ve Trentin'den alıntılar:

Trentin: "...İş arttırımı ve ilgili (her fabrikadaki) işçi grupları tarafından özerk karar almanın daha üst bir düzeye çıkarılmasının kabulü şimdiden mümkün hale gelmiştir... Sendikanın başarısızlığı yüzünden işçi protestolarının akıldışı ve geçersiz taleplere yol açtığı zaman bile işçiler, düşünmeden, karar vermeden üretmeyi reddettiklerini ifade ettiler; onlar, iktidara ihtiyaçları olduğunu ifade ettiler."

Petrilli: "Kanımca, şurası son derece açıktır ki, bant sistemi, insan kapasitesinin gerçekten israfına yol açmaktadır ve işçilerin asabiyetini anlamamak için bir neden yoktur. Sosyal gerginliğin, geçici olmaktan çok yapısal olduğunu gayet gerçekçi bir şekilde tespit etmek gerekir... Üretimdeki işçilerin büyük bölümü, şirket içindeki iktidar dengesinin açıklığa kavuşturulmasıyla daha çok, işin örgütlenmesiyle daha az ilgilenilmesinin yol açtığı bir dizi probleme maruz kalmaktadırlar."

Programlar birbirinden farksızdır ve hedefleri aynıdır: üretimi arttırmak. Geriye kalan tek sorun, bir çok endüstriyel ülkedeki politik krizin kaynaklandığı iktidarın paylaşımıdır. Öz-yönetim, "halk" koalisyonları, Sosyalist-Komünist Partiler, sağcı programa sahip sol kanat hükümetleri, solcu programa sahip sağ kanat hükümetleri gibi, ücretli emeğin, çeşitli biçimlerdeki"İşçi iktidarı"nın doğuşuyla, politik krizin sona erişi muhtemelen aynı zamana rastlayacaktır.8
 
 
 
 
 
 

1. Eğer duyurmuş olsaydı, insanlar, 10 Mayıs'tan beri aktif olan ve Sorbonne ya da Censier'den yürüyerek on dakika mesafedeki bir başka üniversite binasında yerleşen, situationist etki altındaki, İşgalleri Sürdürme Konseyi (CMDO) hakkında olduğu gibi onun hakkında da bilgi sahibi olacaklardı. SI (Situationist International), kendi 68 tarihinde, Censier Komitesini, gerçek ilgi odağı olamayacak ölçüde tozlanmış bularak dışlamıştır. CMDO, Fransa'da ve ülke dışında yaygın bir afişleme ve bildiri dağıtma faaliyetine girişti, oysa Censier'in işyerleriyle daha fazla bağı vardı, fakat şurası bir gerçektir ki, her ikisi de, 68'in en radikal unsularını oluştururlar. SI tarafından bir "iktidar değil, bir bağ" olarak tanımlanan CMDO 15 Haziran'da ayrılma kararı vermiştir. (1977 notu, G.D.)(Makaleye Geri Dön)

2. Bu yüzden, M.I.T. "sıfır büyüme" üzerine tartışmalar yapıyor ve raporlar hazırlıyor.(Makaleye Geri Dön)

3. Burada, 1986 yılında, Paris-Nord'da meydana gelen tren sürücüleri grevinden bir örnek verelim. Bir toplantıda, oylamayla trenlerin işlemesini önlemek için rayların bloke edilmemesi kararlaştırılmıştı. Fakat grevciler istasyondan çıkan ilk trenin, polis koruması altındaki orta düzey menajerler tarafından sürüldüğünü görünce, treni durdurmak için raylara atladılar, kendiliğinden eylem yoluyla, saatlerce süren demokratik tartışmayı geçersiz hale getirdiler.
    Komünizm, elbette, sonunda eylemleri kendi eline alacak olan geniş çoğunluğun hareketidir. Bu bağlamda, komünizm "demokratik"tir, fakat o, ilke olarak demokrasiyi desteklemez. Politikacılar, patronlar ve bürokratlar, işlerine geldiği zaman, bir azınlıktan ya da çoğunluktan yararlanırlar: proletarya da aynı şeyi yapar. İşçi mücadelesi, genellikle bir avuç insandan ortaya çıkar. Komünizm, ne çoğunluğun, ne de azınlığın yönetimidir. Tartışmak ve/veya eylemi başlatmak için kesinlikle bir yerlerde toplanmak zorundadırlar ve böyle bir ortak zemin bir sovyette, komitede, konseyde vb. bulunabilir. Gerçi, karar verme mekanizmasının eylemler üzerinde baskın çıktığı an, bu bir kuruma dönüşür. Bu bölünme, parlamentarizmin özüdür.
Aslında, insanlar kendileri için karar vermelidirler. Fakat her karar, devrimci olsun olmasın, biçimsel karar yapısına bağlı olmaksızın daha önce olanlara ve şu anda ne olduğuna bağlıdır. Toplantıyı kim örgütlerse gündemi o belirler; soruları kim sorarsa cevapları da o belirler; kim oylamaya çağırırsa kararı da o belirler. Devrim, farklı biçimde bir örgütlenme ortaya atmaz, fakat sermaye ve reformizmden farklı bir çözüm sunar. İlke olarak, demokrasi ve diktatörlük aynı şekilde yanlıştır: onlar, özel ve görünüşte farklı bir anı, bütünden koparırlar.
    Demokrasi talebi, 1968 Fransa'sında zirvedeydi. Tezgahtarlardan itfaiyecilere ve okul çocuklarına kadar her grup bir araya gelmek ve bunun toptan bir çözüme yol açacağını umarak kendi dünyasını serbestçe yönetmek istiyordu. Situationistler bile, konseyci, yani anti-devletçi bir tutum alıp emtianın ve kârın ötesine gitseler de, araçlarla hedefleri birbirinden ayırmaya devam ederek demokrasi alanı içinde kaldılar. SI, Mayıs 68'in en yeterli ifadesidir. (1997 notu, G.D.)(Makaleye Geri Dön)

4. 1972'de yazılmış bu metnin üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen, biz onun hâlâ gerçeği ifade ettiğini düşünüyoruz. Gittikçe büyüyen işsizlik, ücretli işçilerin sayısının artmasıyla elele gitmektedir. Bu, yalnız Birleşik Devletlerde değil, Fransa'da, hatta dahası, Çin'de olduğu gibi, son on yılda insanların modern emeğin cenderesine girmeye zorlandığı dünya çapında da böyledir.
    "Çalışma"nın son derece farklı anlamları olduğunu söylemek gereksizdir. Bir Afrikalı ücretli emekçi 20 kişiyi geçindirmek için para kazanır, oysa Batı Avrupa'da bu sayı, 2 ya da 3'e düşer. (1997 notu, G.D.)(Makaleye Geri Dön)

5. Bu pasaj Taylor sisteminin dönüştürülmesine atıfta bulunmaktadır. Bant sistemi, bazı fabrikalardan kısmen kaldırılmıştır.(Makaleye Geri Dön)

6. KP lideri, 1970'de resmen şu açıklamayı yapıyordu: "ürettikleri makine ya da arabaları kırıp döken işçileri asla savunmayacağız." (1997 notu, G.D.)(Makaleye Geri Dön)

7. İşçi Temsilcileri Hareketi, Fransız Devrimci Sendikalist Komiteleri ve Alman İşçiler Birliği (AAUD) gibi.(Makaleye Geri Dön)

8. SI gibi, aşağı yukarı aynı zamanda bu metin de, İtalya'dan, kapitalist karşı-saldırı ve proletarya eyleminin laboratuvarı olarak söz etmektedir. Bundan sonraki yıllarda, İtalya, işçi otonomisinin zengin çeşitliliğini sergiledi: disiplinsizlik, işten kaçma, bildirim yapmadan tezgah başında toplantı yapma, bina içinde gösteri yaparak greve çağrıda bulunma, yasadışı greve gitme, malların çıkışını engelleme... Sürekli bir özellik olarak hiyararşinin reddi: eşit ücret talebi, ayrıcalıklı kategorilerin reddi, konuşma özgürlüğü... Bir diğer özellik, taban komitelerinin çalışmalarında temsil ve eylem (parlamento/Hükümet: bkz. 3 nolu dipnot) arasındaki sınırlamaların ötesine geçme girişimidir. Böylesi öz-örgütlenmeler, kolektif bir eylemin aracı olarak gereklidir, fakat o, bir sosyal değişikliği gerçekleştiremeyen bir organ olarak başarısız olduğu zaman, proletarya dalgasının geri kalanıyla birlikte ortadan yok olur.
    Kuzey İtalya'da bulunan büyük fabrikalardaki komitelerin son derece gevşek bağlara sahip olmaları tesadüf değildir: patrona karşı direnmek yerel bir sorun olarak ele alınabilir, oysa üretimin ve sosyal yaşamın yeniden örgütlenmesi, işyerinin- fabrikanın ve kendine ait değer biriktiren şirketin dışına çıkmayı gerektirir.(Makaleye Geri Dön)
 

Bir Sonraki Bölüm

İçindekiler'e Bakınız

Antagonism'e Geri Dön
1