Kitabın 1997 yılı İngilizce Baskısına Giriş
 

GELECEĞİN ÖTESİNDE
 

Hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olan

Sınıf çatışmasına ilişkin en iyi filmlerinden biri, Paris'in varoşlarındaki Wonder fabrikasının -pil fabrikası- dış kapısının önünde, 10 Haziran 1968 günü çekilen, 10 dakikalık, kısa ve çarpıcı filmdir. Çoğu kalifiye olmayan, düşük ücretli, genellikle kirli kimyasal işlerde çalışan, ikinci sınıf muamelesi gören kadınlardan oluşan işçiler. 13 Mayıs'ta greve gittiler ve şimdi yeniden işe dönüyorlar. Onların daha iyi iş koşulları için patrondan kopardıkları tavizler, mücadeleye harcadıkları enerjiyle kıyaslanamaz bile. Tartışan grubun ortasında, yirmilerinde bir kadın, yarı bağırarak ve yarı ağlayarak, işe dönmeyeceğini şöyle ifade ediyor:

"Hayır, kimse beni ikna edemez. Oraya yeniden asla adımımı atmam! Gidin de görün nasıl bir bok çukurundasınız... nasıl pislik içinde çalışıyoruz..."

1996'da, bir dökümanter görüşmede o greve katılan insanlar: erkek ve kadın işçiler, ustabaşılar, bir troçkist memur, bölüm sorumluları, sendika aktivistleri, o genç kadını işe dönmeye razı etmeye çalışan Komünist Partisi'nin yerel lideri. Fakat kadın hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olmuş. Onu hatırlayan birkaç kişi var. Olaylardan hemen sonra fabrikadan ayrılmış ve kimse ona ne olduğunu bilmiyor, ilk ismi olan Jocelyne dışında adının tamamını bilen bile yok.

Cevap verilmesi gereken tayin edici bir soru var, bu soru, Jocelyne'nin gösterdiği tepki: "normal", huzur içinde bir hayat, alışkanlıklar ve belirlenmiş standartlar bütün ağırlıkları ile üstümüzde ve pratikte boyun eğmek kaçınılmaz. Fakat ne zaman milyonlarca grevci kolektif gücü inşa eder, o zaman Devlet çaresiz kalır, medyanın yazdıklarının hiçbir değeri kalmaz, bütün ülke tam bir değişikliğin eşiğine gelir ve onlar kendilerine verilen zamların enflasyon tarafından yenip yok edildiğini, niçin gelecek otuz yıl, o bildikleri korkunç ya da yumuşak sefalete geri döndüklerini anlarlar.

Bazıları, Jocelyne ve çalışma arkadaşlarının aydınlanmadıkları ya da gerçek ışıkla karşılaşmadıkları yanıtını verecek, bazıları işçilerin örgüt yokluğundan muzdarip olduğunu ileri sürecek, akıllı adamlar Mayıs 68'in, kapitalist evrimin, ön gereklilikleri henüz yaratmadığı için başarısızlığa uğradığını açıklarken, diğerleri kendiliğindenlik eksikliğinden dem vuracaklardır...

Okuyacağınız makaleler, sorunun çözümü değildir - doğru cevapları bulmak zorunda olduğunuz matematik sorusu ya da bilmece de değildir - bu makaleler yalnızca en başta gelen soruyu sormaktadırlar.

Aslında, makalelerden biri olan, Sınıf Mücadelesi ve Son Yıllardaki En Belirgin Özellikleri, Wonder fabrikasındaki işçilerin, diğer bir çokları gibi işe geri dönmesinin üzerinden çok geçmeden kavramlaştırılmıştır. Leninizm ve Aşırı Sol, 1969'a geri dönüyor. Kapitalizm ve Komünizm, örneğin Renault'da onu dağıtan çok sayıda işçinin ricası üzerine, 1972'de yayınlandı.
 

Wall Street Berlin Duvarına Karşı

Üç makale de, resmi, akademik ya da solcu "marxizm" ideolojisine karşı komünizmi yeniden canlandırmayı hedeflemektedir.

Niçin kendimizi komünist olarak adlandırıyoruz?

O, sözlük anlamından çok, belli bir yönetici düzenin zorla çalıştırma uygulaması olarak anlaşılmaktadır. "Özgürlük", "otonomi", "insanlık" ve diğer bir çokları gibi, komünizm sözcüğü de, çarpıtılmış, tersine çevrilmiş ve günümüzde, yardımsever/totaliter bir devlet diktatörlüğü altındaki yaşamla eş anlamlı kullanılır olmuştur. Yalnızca özgür, otonom, komünist uyanış, bu sözcügü yeniden anlamlı hale getirecektir.

Genel geçer mantık, her ne kadar radikal düşüncenin modasının geçtiğini ileri sürüyorsa da, son 25 yıl, onun geçerli olduğunun delilleriyle doludur.

Neyin modası geçmiştir?!

Sınıf mücadelesinin mi? Üretim araçlarından yoksun kılınanların, onları ele geçirmek için savaştıklarını (ve genellikle yenildiklerini) anlamak için Marx'ın 2000 sayfalık kitabını okumaya gerek yok.

Mal üretmek için zorunlu ortalama sosyal süre tarafından belirlenen değer mi? Zaman kıtlığının uygarlığımız için bir takıntı haline geldiği çok açıktır! Kompüter sistemlerinin yayılması, elektronik ulaşım sistemleri ve her köşebaşında gördüğümüz telefon kulübeleri dolaşımı hızlandırmayı amaçlıyor. Hayatın, alışveriş, eğlence gibi faaliyetlerinden biri olan çalışma, gittikçe daha hızlı bir hale gelmiş bulunuyor. Paul Virilio, ekonominin nasıl, eşya değil, hız ürettiğini ve aslında eşyanın da hız üretimine hizmet ettiğini açıklamıştı. Virilio bir marxist olduğunu ileri sürmese de, dünyanın, herşeyi başarmak için gerekli zamana indirgenmiş olmakla, yani asgari zaman - değer tarafından yönetilen bir duruma gelmiş olmakla övündüğüne işaret etmiştir.

Bu dünyanın sürükleyici gücü olarak kâr etmek mi? Hayatının yirmi yılını verdiği bir işletmede işinden atılan herkes, bir şirketin kendini sürekli büyütmek için değer birikimi yoluna gittiğini ve bunun önüne çıkan her engeli ezip geçtiğini görebilir.

Batıda fabrika işçilerinin sayısının düşmesini, Berlin Duvarının çöküşünü ve aşırı sol grupların dağılıp gitmesini, komünizmin nihaî çöküşü olarak niteleyenler, mavi yakalıları iyi kalpli olarak resmedip, sosyalizmi planlı ekonomi ile eşitleyenler ve sokaklarda Kuzey Vietnam bayrağıyla yürümeyi bir marifet sananlardır.

Sözde sosyalist ülkelerin çöküşü, ekonominin nasıl işlediğini gösterdi. Hem Doğu, hem de Batı, birikim krizine gitmektedir. Kârlılığın yeniden kazanılmaya çalışılması, Cleveland'da yeni bir üretim sistemini, Kremlin'de de yeni bir politik sistemi gerektirdi. Devlet kapitalizmi, halk totalitarizmden bıktığı için değil, fakat artık kendini sürdüremediği ve baskısı işe yaramadığı için başarısız oldu.

Merkezileşmiş ekonomik planlama, gelişmiş sermaye endüstrileri için koşulları hazırlamaya yaradı; ve bürokratik iktidar, bir yandan köylülerle, diğer yandan işçilerle bir uzlaşmaya dayanıyordu (hayat boyu iş, artı asgari sosyal güvenlik, politik itaatle mübadele edilmişti: periyodik temizlikler bile toplumsal mevki kazanmaya katkıda bulunuyordu ve bu yüzden işçiler bürokratları destekliyordu). Bu, 1930 Rusya'sı için uygun olabilirdi, fakat bırakın 1980 Doğu Almanya'sını ya da Çekoslovakya'sını, 1980 Rusya'sına bile uygun değildi. Kapitalizm, birbiriyle karşı karşıya gelen biriktirilmiş değerlerin çatışan kutupları arasında bazı rekabet biçimlerine ve bu yüzden belli ölçüde politik ve ekonomik rekabete ihtiyaç duyar.

SSCB'nin yıkılışı, Marx'ın nihai yanlışlanışı değil, Das Kapital'in doğrulanmasıdır. Politbüro kendi iç pazarıyla başa çıkabildi, ama dünya ticaretinin baskısına dayanamadı. Liverpool'da binlerce işçiyi işten atan aynı pazar güçleri, Moskova'da meta ve para selini önleyen bürokratik hendekleri yıkıp geçti. O hayalet hâlâ karşımızda, diye yazıyordu Wall Street Journal 1991'de, 1848 Manifesto'suna atıfta bulunarak: "Marx'ın analizleri, onun düşüncesi temelinde kurulan, ama onun reçetelerine bağlı kalmayan komünist rejimlerin şaşırtıcı dağılışına uygulanabilir."
 

1968 ve ondan geri kalan

Örneğin I. Dünya Savaşından sonra, önce işçi ayaklanmaları oldu, hem Devletle, hem de işçi hareketinin kurumsallaşmasıyla açık çatışmalara girildi ve bir çok şiddet olayı yaşandı. Fakat 1970'ler cıvarında, bu ayaklanmada daha global ve derin bir şeyler vardı. 1871, 1917-21 ya da 1936-37'nin tersine, endüstrileşmiş ülkelerdeki sermaye, hayatın bütün alanlarına girmiş, günlük davranış ve ilişkileri metaya dönüştürmüş ve toplumu kendi hakimiyetinde birleştirmişti. Politika, politik programların karşısında yenilgiye uğramıştı. '68'de Fransız sendikaları ve işçi partileri, 3 hafta süren, 4 ya da 5 milyonluk bir grevi bastırabilmişlerdi, ama "burjuva" partilerinin programına karşı artık bir alternatif platform ortaya koyamıyorlardı. Genel greve katılanlar, birazcık daha refahtan ve muhtemel bir Sol hükümetten daha fazlasını umut etmiyorlardı. Sol iktidardayken Devlet müdahalesine, oylar sağa kaydığında piyasa güçlerine vurgu yapan karma ekonomi, o günün düzeniydi.

Emtia ilişkileri, basit insan ilişkilerine aracılık eder. Yeterince zenginseniz Amerikan rüyanızı satın alabilirsiniz. Fakat satın alsanız bile, yalnız güzel bir araba almakla yetinmeyeceksiniz, ardından TV'deki bir başka araba reklamı gelecektir. Afişlerde malların daima en güzeli bulunur. Rusya stili bir işçi cenneti artık geçerli olmadığında, tabiatıyla ulaşılamayacak tüketici cenneti ortaya çıkar. Böylece, Demir Perdenin diğer yanında, sahnenin bu yanındaki tatlı rüyalar ülkesinde, fabrika aracılığıyla geleceğe ulaşılamaz. Sonuç olarak, işyeri, daha iyi bir dünyayı inşa etmeye başlanan bir yere dönüşür. 1967'de yayınlanan Situationist International'in kitabı olan, Society of the Spectable, her ne kadar zamanında çok az okuyucu bulmuşsa da, yaklaşan eleştirilerin habercisiydi. Doğrudur, o dönem aynı zamanda, sonunda XX. yüzyıla adım atan çok sayıda düşük ücretli mazlum işçi için sendikalaşma anlamına geliyordu ve işçi sınıfının yalnızca küçük bir azınlığı toplumun reddini seslendirdi, özellikle genç olanları, emek gücünün aşırı ucu olarak isyan etti. Fakat dünya çapında grev ve isyan dalgası, onun karakteristiklerinin altında yatanlar ele alınmadıkça anlaşılamaz: fabrika ve büro yaşamından kitlesel bir uzaklaşma. "Kim çalışmak ister?" diye soruyordu Newsweek, 70'lerin ortalarında.

Bununla beraber, işyerlerindeki hemen hemen bütün oturma grevleri, işyerlerini kapladı ve daha ileri gitmedi. Bütün itaatsizlik eylemleri (1971'de Polonya'daki grevcilerin gaz ve ulaşım hizmetlerini ellerine geçirmeleri, İtalya'da otobüs sürücülerinin yürüttüğü "sosyal" grevlerde işgale gitmeleri, bilet satışlarında kendiliğinden indirim yapmaları, hastane çalışanlarının ve süpermarket kasiyerlerinin ulaşım, sağlık ve parasız yiyecek hizmetlerini sağlamaları, elektrik işçilerinin, bürokratların ya da şirketlerin elektriklerini kesmeleri ve daha binlerce örnek) bir komünleştirme başlangıcına zorlukla dönüştü. İşe engel olma ve emtianın ihlali, emtia olarak işe, yani ücretli emeğe saldırıya dönüşmedi. Hapishaneden çocuk eğitimine kadar herşey yaylım ateşe tutuldu, ancak bu saldırı esas olarak negatif alanda kaldı.

Toplumu dönüştürmede yaratıcı girişim eksikliği, kapitalizme gücünü geri verdi.

Tarihi ayaklanmaların doğum ve ölüm tarihleri olmamakla birlikte, Fiat bir sembol olmaktan çok, bir köşe taşıdır. Bantların sürekli durdurulması, kitlesel işten kaçmalar ve çalışma yerinde toplantılar, Turin firmasının yıllarca başını ağrıttı. Gerçi örgütlü düzensizlik, olumsuzlamayı, bazı şeyleri olumlamanın üstüne çıkartmadı. Böylece yönetim, işlerinden endişelenen ve bıkkınlığın da yardımıyla pasifleşen çoğunluğu, azınlıktan (aslında geniş bir kitle) koparabildi. Radikaller, yerine yeni birini koyamadıkları sosyal bir mantık karışıklığı içine girdiler. Şiddet (hatta silahlı şiddet) eylemleri tedricen işyerinden koptu. 1980'de şirket, 140.000 işçiden 23.000'inin işine son verdi; fabrika, 35 gün greve gitti, sonunda 40.000 Fiat işçisi, greve rağmen sokağa atıldı. Sonra sendikalar 23.000 işçiye devlet yardımı bağlanması koşuluyla uzlaşmaya gittiler ve ardından binlerce ve binlerce işçi işten atıldı. Bu, 60-70'lerin sosyal dalgasının sona ermesinin dönüm noktası oldu.
 

İşçinin hüznü

O zamandan beri, işçi sınıfının yenilgisi, onun, sürekli hareket halindeki muhalefete karşı savunmacı bir tutum takınmasına yol açtı. Madenlerde ve işyerlerinde derinden kök salmış olan işçi militanlığı yeniden yapılanmaya direnemedi. Emek, sermayenin ihtiyacı olduğu ölçüde güçlüydü. Aksi taktirde o, işçi topluluğundan aldığı destekle yıllar boyu işten çıkarmaları önleyebilir, ama ilelebet kâr getirmeyen bir emek gücü olarak kalamazdı. 70'lerde ve 80'lerde işçiler çok sayıda örgüte sahipti, fakat kaybettiler, ekonomi onları toplumsal silah olma fonksiyonlarından yoksun bıraktı. Hiçbir şey, sermayeyi, kiralanmış emekten yararlanmaktan alıkoyamaz.

Aynı zamanda, işyeri içinde ve dışında tabanın faaliyet organları olan otonom "eylem komiteleri" ve "taban grupları" dağılıp gitti. Fransa'da, demiryolları (1986) ve hastabakıcı (1988) grevlerinde yeni eşgüdüm örgütleri ortaya çıktığında, bunlar da işlevlerini sürdüremediler ve dağıldılar (çok azı enerjilerini yenilenen biçimlere, "taban yanlısı" olarak ayrılmış sendikalara aktarabildi ve böylece sermayeye entegre oldular).

Yıllar boyu, küçük bir azınlık, çalışmayla ve tüketim toplumuyla bağlarını keserken, bant çalışmasındaki işçiler robotlar gibi hareket etmeyi reddettiler. Sermaye, buna, onların yerine gerçek robotlar yerleştirerek, milyonlarca işçiyi bastırarak, kalifiye olmayan işçilerin terkettiği işleri yenileyerek, yoğunlaştırarak yanıt verdi. Aynı zamanda, büyük özgürlük tutkusu, özgürlüğün satın alınmasına dönüştürüldü. 1960'da, günün birinde, 12 yaşında bir kız çocuğunun, kendi plastik kartıyla bir bankamatikten para çekebileceğini kim hayal edebilirdi? Parası - onun özgürlüğüydü... 68'in ünlü sloganları olan, Asla çalışma! ve İmkansızı iste! insanlar iş güvenliğinden yoksul bırakıldığında ve daha bol ve hayal kırıcı malları almaya zorlandıklarında bir alay haline gelmektedir.

Birçokları bugünü, 20'ler ve 30'lardaki - faşist tehdit de dahil - durumla kıyaslıyor. Fakat, 1917 ile II. Dünya Savaşı arasında meydana gelen ayaklanmaların ve silahlı karşı-devrimin tersine, bugünün proletaryası öne çıkamamakta, giderek, işsizliğe ve gündelikçiliğe batmış işçi sınıfının geniş kesimlerine masolmaktadır. Winston, eğer bir umut varsa, o da proleterlerdedir, diyordu 1984'de. Sanki 1984 gerçeğinin çoğu proleteri, bu tarihten birkaç yıl önce ayağa kalkarak dünyayı ellerine alan, ya onu kabul etmeyi reddeden ya da onu değiştiren proleterler değildi. Onlarca yıl önce, onların dedeleri ellerinde silah, kendilerini fabrikaya kitlemişlerdi (İtalya, 1920); savaşmış ve ölmüşlerdi, fakat işyerleri sonunda yine patronların eline geçmişti. Bu sefer yalnız bir avuç işçi silaha sarılmıştı (ve işsizliğin gelip çatmasıyla daha da azı: kimse kapanmış fabrikaya ateş etmezdi). Böylece, aslında yaşanan, bir yenilgiden çok, bir başarısızlıktı. Tıp oyununda ayağı havada kalan bir oyuncu gibi: o, ayağını yere basamayacaktır ve "tıp" diyenler kazanacaktır.

O oyun kaybedildi, bunu inkâr edecek bir şey yok. Kapitalizm kazandı, 25 yıl öncesinden daha akışkan ve daha ruhanî bir havada, ama soyut, pasif, görüntüsel ve olumsuz yoldan, herşeyi evrenselleştirdi. 60'ların bir reklam afişinde bir otomobil işçisi, yeni bir arabanın fotoğrafına bakıyor ve hayretle soruyor: "Kim imal etti bu modeli?" Zorunlu olarak part-time ya da değişken saatlerde çalışan 2000 yılının araba işçisi, çocuğu, babasını ve kendisini günün birinde "küçültebilecek" mikroçipleri kullanarak bir video oyunu oynarken, TV'de Arabaların çarpışmasını izleyecektir. İnsanlık daha önce hiçbir zaman bu ölçüde birleştirilmedi ve bölünmedi. Milyarlar aynı ekranı seyrediyor ve iyice bölünmüş hayatlar yaşıyor. Mallar, aynı zamanda hem yığınla üretiliyor, hem de bulunamıyor. 1930'da, milyonlar işten atıldı, çünkü devasa bir ekonomi çökmüştü. Şu anda onlar, büyüme çağında işsizlik parası alıyorlar, çünkü sağlığına kavuşan bir ekonomi bile, 30 yıl önce olduğu gibi, işsizler olmadan kâr edemiyor. Bir çok bakımdan, 70'lerin kârlılık krizinin uzağındayız ve iş topluluklarının çoğu, öncesine göre daha iyi durumda. Emek üretkenliğinin çok fazla artmasının, sermayeyi, kâr etmek için, daha fazla emek kiralama ihtiyacından uzak tutması, bir paradoksdur.
 

Büyük umutlar

1900'de ya da 1936'da varolan işçi hareketi, ne faşist baskı tarafından ezilebildi, ne de trasistörlerle ya da buzdolaplarıyla satın alınabildi: o, proletarya koşullarını ortadan kaldırmak yerine, bu koşulları korumayı hedeflediği için, değişikliğin gücüyle kendi kendini yıktı. En iyi haliyle, o, emekçi kitleler için daha iyi bir yaşam elde etti, en kötü haliyle de emekçileri dünya savaşlarına sürükledi. Bütün bunlar artık geçmişte kaldı ve işçi kültürü hakkındaki filmlerin popülaritesi, bu hareketin gerçeklikten çıkıp hafızalara ve müzelere gömüldüğünün kesin işaretidir. Stalinistler, sosyal demokrasiye ve sosyal demokrasi ortanın soluna dönüştü. Herkes sağa döndü ve yakında troçkistler kendilerini radikal demokratlar olarak adlandıracaklar. Bir zamanların devrimci çevreleri umutsuzluk ve nostaljiye gömülmüş bulunuyor. Bize gelince, Brejnev'in komünist olarak adlandırıldığı ve aslında aşırı sol olmaya çalışan grupları destekleyen gençlerin sokaklarda enternasyonal söyleyerek resmi geçit yaptıkları zamanlara ağıt yakacak değiliz.

Eski emek hareketinin amacı, aynı dünyayı devralmak ve onu yeni tarzda yönetmekti: iş zamanlarını azaltmak, üretimi geliştirmek, işçi demokrasisini gerçekleştirmek (en azından prensipte). Yalnızca "anarşist" ve "marxist" küçük bir azınlık, Devletin, emtianın ve ücretli emeğin yıkılması anlamında farklı bir toplumu savundular, gerçi bu, bir süreç olarak tanımlanmaktan çok, iktidarın ele geçirilmesinden, adamakıllı uzun bir geçiş devresinden sonra pratiğe konacak bir şey olarak savunuldu. Bu devrimciler, komünizmi, sınıf ve Devlet iktidarının temellerini oyacak bir eylemin toplumsal hareketi olarak kavrayamadılar ve her köklü ayaklanmada (Rusya 1917-19, Katalonya 1936-37...) yeniden ortaya çıkan açık, kardeşçe komünist ilişkilerin yıkıcı potansiyelini yanlış anladılar.

Komünizmin kapitalist önkoşullarını yaratmaya artık hiçbir şekilde gerek kalmamıştır. Kapitalizm her yerdedir, sınıf ayrılıkları 100 ya da 50 yıl öncesinden çok daha görünür bir şekilde ortadadır. Kol işçileri, fabrika sahibini bir bakışta tanımakta, onun düşmanı olduğunu bilmekte ya da düşünmekte ve arkadaşlarıyla birlikte patronu kovaladıkları günleri özlemektedir. Bugün sınıflar varlıklarını sürdüyor, fakat bu büyük ölçüde tüketimde kendini ortaya koymaktadır ve kimse kamusal endüstriden daha iyi bir dünya beklememektedir. Görünmez bir sosyal ilişki, soyut ama gerçek, her tarafa yayılmış olsa da "düşman" ulaşamayacağımız bir canavar değildir. Çünkü proleterler, dünyayı üretmekte ve yeniden üretmekte olduklarına göre, onu durdurabilir ve devrimcileştirebilirler. Hedef, acil komünleştirmedir, bir ya da daha çok kuşak içinde bütünüyle tamamlamak için değil, fakat başından başlatmak için. Sermaye, hayatı istila etti ve kedimizi nasıl besleyeceğimizi, dostlarımızı nasıl ziyaret edeceğimizi ya da gömeceğimizi belirliyor, bu bağlamda hedefimiz ancak, görünmez, tamamen kuşatılmış, kişisel olmayan sosyal yapı olabilir. (Gerçi, kendini korumak için personel kiralamakta sermayenin üstüne yoktur ama, sosyal atalet, medya ve polisten daha büyük bir muhafazakâr güçtür.) Önümüzde bir insan topluluğu var: onun bugünkü temelleri yüz yıl öncesinden çok daha fazla gelişmiştir. Pasiflik onun ortaya çıkmasını önlüyor. En hayati ihtiyacımız şudur: aynı anda, hem bu kadar yakınımızda, hem de uzağımızda gibi görünen diğerleri. Ticari bağlar, güçlü olduğu kadar kırılgandır da.

1991 Los Angeles isyanları, 1965 Watts isyanlarından daha ileri gitti. İşsiz nüfusun yerleştirildiği estatelerdeki isyanların başarısı, gençliğin önemli bir bölümünün entegre edilemediğini gösterdi. Burada ve orada, kitlesel işsizliğe rağmen, işe karşılık daha düşük ücretle çalışmayı kabul ederek boyun eğmeyeceklerini ortaya koydular. Koreliler, "World Company"nin fabrikayı ve aynı zamanda kârı yaymasından rahatsız olduklarını ispatladılar ve "geri" Arnavutluk modern bir isyanın beşiği oldu. Ele avuca gelir bir azınlık, yürürlükteki gerçeklikten gına getirdiği an, gerçek olanaklar gündeme girecek, devrim yeniden bütün korkunçluğu ve büyüklüğü ile yükselecektir.

Meçhul işçi Jocelyne'nin kararı budur.

1997
 

Bir Sonraki Bölüm

İçindekiler'e Bakınız

Antagonism'e Geri Dön 1